Irkçılığın dünya çapında yükseldiği bir dönemden geçiyoruz. Irkçılığın yükselişine yol açan amillerin başında ekonomik şartlar geliyor. Tabiî bir şekilde, toplumların refah seviyesi düştükçe ve zenginler ile yoksullar arasındaki gelir dağılımı makası açıldıkça zenofobi-yabancı düşmanlığı artmakta, bu da daha düne kadar refahın merkezi olarak anılan Batı’da toplumsal hareketleri beraberinde getirmektedir.

Son bir, bilhassa da yarım asra baktığımızda Batı’nın bir arada kalmasını sağlayan en önemli unsurun “refah” beklentisi olduğunu görmekteyiz. Ya daha yüksek bir refah ya da mevcut refahın muhafazası… ABD ve Avrupa Birliği refah üzerine kurulmuş birliklerdir. Batı, insanların maddî ihtiyaçlarını karşılayabilmek suretiyle, ırk, dil, mezhep farklılıklarına ve aralarındaki tarihî-kültürel münakaşalara rağmen toplumları bir arada tutmayı başarabildi. Fakat kapitalizmin helezonvarî yükselişinin mevcut şartlarla sonuna gelinmesi ama alttan üste para/değer aktaran düzeneğin işleyişini halen koruması, batılı efendilerin kurduğu sistemde büyük gediklere yol açıyor. Batı, dünyayı “para” ve “atom bombası” üzerinden kontrol etmenin kendisi için daha avantajlı olduğu kanaatiyle son elli yıllık denklemlerini ürün ihracı yerine sermaye ihracı üzerine bina etmişti. Ancak bu sermayenin gerçek karşılığının olmadığı, her şeyin “itibari” olduğu bilinen bir hakikat… Üretimin olmadığı yerde, para ve nükleer güçle, istihbaratla bütün bir dünyayı nasıl zapturapt altında tutacaksınız? Cevabı zor bir soru ve Batılılar muhtelif geçici tedbirlerle bu soruya verilecek cevabın sürekli tehirine uğraşıyor. Ancak hayat tehiri kabul etmiyor; batılılar kendileri ile birlikte bütün dünyayı çökertiyorlar.

Batı’nın bir arada kalmak için sahip olduğu tek argüman, yani içtimaî refahın “sırları” dökülüyor. Böylece Batılıların gerçek yüzü de taktıkları maskelerin ardından kendini gösteriyor. Son yıllarda bilhassa Müslümanlara karşı ırkçı saldırılar hızla artmaya başladı.

Irkçılık, Batı’nın tabiatına işlemiş bir insiyaktır. Sömürgeci Batı, bilhassa Afrika insanını hayvandan aşağı bir muamele ile ayaklarına, kollarına ve boyunlarına prangalar vurarak köleleştirmiştir. Avrupa’da doğan bu insanlık dışı zulüm ABD’de devam etmiştir. Yine Avrupa’nın başından geçen faşizm tecrübesi malûm… Günümüzde ise tıpkı I. Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi menfaatleri uğruna İslâm coğrafyasını kan gölüne çevirdiler.

Irkçılıktan bahsettiğimizde tabiî olarak geleceğimiz yer ırkçılığın zirve yaptığı ABD’dir ve bu devlet zaten ırkçı bir tavır ile kurulmuştur; zira 18. ve 19. yüzyılda Amerikan ekonomisinde en önemli unsur “resmi” köleliktir. Beyaz efendiler hayvandan aşağı gördükleri siyah köleler vasıtasıyla zenginleşmişlerdir. 1860’lara gelindiğinde ABD’nin kuzey eyaletlerinde sanayinin gelişmesi sebebiyle köleliğin modernize edilerek siyahîlerin fabrikalarda çalıştırılması istenmiş, temel gelir kaynağı tarım olan güney eyaletlerinin buna karşı çıkmasıyla bir iç savaş yaşanmıştır. İç savaşın sonunda köleliğin resmen ortadan kaldırılmasına mukabil, ABD’nin kurucu aklı ırkçı tavrını hiç terk etmemiştir. Bugün nüfusun yaklaşık %15’ini oluşturan Afro-Amerikalılara karşı devlet eliyle sürekli baskı uygulanmıştır. Kurucu akıl, Barack Obama’yı başkan yaparak siyahî isyanların önüne geçmeye çalışmıştır; ne kadar başarılı oldukları ise tartışılır. Bunu yaparken ilk siyahî başkanın kucağına nur topu gibi bir ekonomik kriz de bırakmışlardır.

“Kurucu akıl”dan kastımız WASP (Beyaz Anglo-Sakson Protestan) zihniyetidir. Üstad Necib Fazıl’ın tabiri ile Amerika “ahmak bir fil”dir; %3’lük bir kesim tarafından %97’nin yönetildiği bir ahmak fil… ABD, beyaz ırktan gelen Anglo-Sakson Protestanlar tarafından yönetilmektedir ve bu yönetim dünyanın en nefsanî anlayışına; kendinden başkasını insan yerine bile koymayan bir yaklaşıma sahiptir.

Dünya genelinde ırkçılığın revaçta olduğu bugünkü konjonktürde ise bu insiyakı merkeze alan bir söylemle aday olan Donald Trump Amerikan seçimlerinin en büyük favorisi konumunda ve devletin başında siyahî bir başkan olmasına karşın Afro-Amerikalılara karşı gerçekleştirilen saldırılar had safhaya ulaştı. Siyahîlerin ise sabrı taşma noktasına gelmiş ve ülke geneline yayılan siyahî protestolar mutad bir hâl almıştır. 

ABD’nin sosyolojik yapısını incelediğimizde oldukça kozmopolit bir görüntüyle karşılaşırız. 300 küsur milyonluk bir nüfusa sahip ülkede, sayısı bir milyonu aşan 32 farklı grup bulunmaktadır. Beyazların ardından, bu grupların en büyüğü olan Hispanikler toplam nüfusun %17’sine, Afro-Amerikalılar ise %15’ine tekabül etmektedir. Dinî açıdan da müthiş bir çeşitlilik hâkimdir. Hıristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler, Budistler, Hindular, Paganlar ve Ateistler toplam nüfusta hatırı sayılır bir paya sahiptir. Hıristiyanlar da Protestan, Katolik, Mormon, Ortodoks mezheplerine mensuplardır. Bu kadar farklılığı bünyesinde ihtiva eden bir yapıyı bir arada tutmanın tek yolu ise insanları Amerikan doları “hayali” ile motive etmek olmuştur. Sömürgecilik vasıtasıyla kaynaklar dışarıdan içeriye aktarılmış ve güçlü bir orta sınıf oluşturmak suretiyle sosyal refah temin edilmiştir; fakat 2008 kriziyle birlikte refah ortadan kalkmaya başlamıştır. Dolayısıyla Anglo-Sakson Protestanların, zaten millet olma hususiyetine eremediği için kırılgan bir sosyolojiye sahip Amerikan halkı içerisindeki diğer etnik gruplara olan kini yeniden gün yüzüne çıkmıştır. Bu faşistlerin tek korkusu gelir musluklarının kesilmesidir. Hülâsa mevcut dünya düzeninin bânisi ABD, her büyük imparatorluğun olduğu gibi içten bir yıkımın, yeni bir iç savaşın eşiğine gelmiştir. Yaşanan siyahî protestolarla birlikte parçalanma kelimesi telaffuz edilmektedir. ABD’de siyah silahlı milis grubu Yeni Kara Panterler’in lideri Babu Omowale, siyahilere ‘güney eyaletlerine göç etme’ çağrısında bulunarak “(Siyahlar olarak) Louisiana, Mississippi, Güney Carolina, Alabama ve Georgia eyaletlerine geri göç başlatmalı ve bu eyaletlerin ekonomisini ele geçirmeliyiz. Siyahlar gelince beyazlar çıkacaktır. Bu bizim için o kadar güç süreç değil. Böylece ülke içinde kendi ülkemize sahip olabiliriz” demesi bunun göstergesidir.
ABD sınırları içinde böyle büyük bir problemle boğuşurken; öte yandan hâlâ dünyaya nizam vermeye çalışmaktadır. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi ABD para merkezli bir toplumdur ve devletin kendisini uluslararası sahadan tamamen izole ederek liderlik iddiasından vazgeçmesi durumunda, ABD’nin ayakta kalmasını sağlayan dış gelir muslukları da kesilecektir. Bunun Amerikan toplumunda büyük çaplı çözülmeye yol açacağına ise kesin gözüyle bakılabilir. Amerikan toplumu, bu demografisiyle hiçbir büyük stres yaşamadı. Büyük stresleri ancak manen bir toplumlar aşarlar. Bekleyip göreceğiz ne kadar birlik olduklarını…

Baran Dergisi 496. Sayı