Hükmetme yetkisi, millet adına ve kamu yararına kullanıldığında anlam kazanır. Sermaye ise kendi çıkarını maksimize etmek için vardır. Bu iki prensibin aynı zeminde birlikte yürümesi, tabiatları gereği imkânsızdır. Sermaye büyüdükçe, siyaseti satın alır; siyaset sermayeye bağımlılaştıkça, kendi tasarruf yetkisini kaybeder. Sonunda, iktidar sahipleri yöneten değil yönetilen; halk ise temsil edilen değil aldatılan olur.
Her münasebet, hangi zemin üzerine büna edilmişse, akıbetini de oradan alır. Mefkûreye yaslanmayan, hakikate bağlanmayan, yalnızca menfaate dayalı her ilişki, zamanı geldiğinde dağılır. Çıkarın bittiği yerde sadakat olmaz; daha büyük bir çıkar doğduğunda bağlılık da inkâra döner. Bu hakikat, sadece yeraltı dünyasının kuralı değildir. Bugünün en parlak siyasî, ekonomik ve sosyal yapılarına nüfuz etmiş temel bir çürüme yasasıdır.
Bu yasa, evvela çetelerde çıplak biçimde kendini gösterir. Sadakat, menfaatin bekçiliğidir orada. Patron zayıfladığında, kasa kuruduğunda yahut yeni bir lider daha çok vaat ettiğinde, “aile” bir anda çözülür. Fakat aynı kurgu, çağdaş dünyanın “resmî çetelerinde” —yani siyasetin, medyanın ve finans kapitalin iç içe geçtiği yapılarda— de işlemektedir. Bugün yalnız suç şebekeleri değil, devletler, şirketler, medya grupları, belediyeler ve sözde “bağımsız kurumlar” da aynı çöküş yasasına tâbidir. Çünkü bağlayıcı olan, hakikat değil, o hakikatin hukuku değil, hesaptır.
Amerikan siyasî arenasında Elon Musk ile Donald Trump arasında yaşanan son çatışma, bu düzenin en aktüel ve görünür örneklerinden biridir. Bir zamanlar karşılıklı menfaat ekseninde birbirini destekleyen bu iki aktör, artık kamuoyu önünde birbirini küçümseyen, aşağılayan ve itibarsızlaştırmaya çalışan figürler hâline geldi. Çünkü ilişkileri bir dava birlikteliği değil, fayda ortaklığıydı. Kazanç yön değiştirdiğinde, dostluk da düşmanlığa evrildi. Menfaatin bittiği yerde, hakikat hissi olmadığından, ne vicdan ne de vefa kalır.
Türkiye’de ise bu çürümenin mahalli tezahürü, Ekrem İmamoğlu yönetimiyle ilişkili rüşvet çarkında ortaya çıkan itiraflarla gün yüzüne çıkmıştır. Dün belediyenin etrafında birleşen menfaat grupları, menfaat çarkları durur durmaz çözülmeye başlamış, birer birer kendi emniyetlerini temin etmek için itiraf masalarına koşmuştur. Bu, yalnızca bir yolsuzluk meselesi değil; sistemin ta kendisinin menfaat temelli kurulduğunun, çürümenin bünye ile ilgili olduğunun ispatıdır. Zira eğer “dava” yoksa, çözülme kaçınılmazdır.
Ve asıl çöküş, hükmetme yetkisi ile sermaye arasında kurulan bu yapay ittifakın sürdürülemez hâle gelmesiyle kendini gösterir. Sermaye, siyasî iktidarı şekillendirmek için oyunu finanse eder; siyasî iktidar da, sermayenin çıkarlarını korumak için yetkiyi seferber eder. Bu ilişki ilk bakışta karşılıklı kazanç gibi görünür. Fakat zamanla, her iki taraf da birbirinin sınırlarını aşar: Sermaye, yalnızca etkileyici değil, doğrudan belirleyici olmak ister. Hükümet ise, yalnızca meşru değil, sürdürülebilir olmak için sermayeye mahkûm kalır. Böylece siyaset, halkın iradesinden kopar; sermaye ise meşruiyet üretme kabiliyetini yitirir. Bu çift yönlü tahakküm denemesi, sonunda her iki tarafın da meşruiyetini tükettiği bir çıkmaza varır.
Çünkü hükmetme yetkisi, millet adına ve kamu yararına kullanıldığında anlam kazanır. Sermaye ise kendi çıkarını maksimize etmek için vardır. Bu iki prensibin aynı zeminde birlikte yürümesi, tabiatları gereği imkânsızdır. Sermaye büyüdükçe, siyaseti satın alır; siyaset sermayeye bağımlılaştıkça, kendi tasarruf yetkisini kaybeder. Sonunda, iktidar sahipleri yöneten değil yönetilen; halk ise temsil edilen değil aldatılan olur. Ve böyle bir yapı, kaçınılmaz olarak bir krizle, çatışmayla, yahut itiraf furyasıyla çözülür.
İşte bu yüzden, çağdaş dünyanın hem mahalli hem global ölçekte şahit olduğu bu çözülme süreci, menfaatin mefkûreye, kazancın hakikate, çıkarın sadakate galebe çaldığı bir çağın son safhasıdır. Bu yalnızca fertleri değil; devletleri, partileri, şirketleri, ideolojileri de kapsayan büyük bir çöküştür.
Ve bu çöküş, yalnızca yeni liderler, taze yüzler, farklı vaatlerle durdurulamaz. Çünkü mesele, şahıs değil zihniyet; aktör değil aksiyondur. Menfaate dayalı ilişkiler üzerine kurulu her yapı, ister Musk ve Trump arasında olsun, ister İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin iç koridorlarında… Ne kadar parlatılırsa parlatılsın, hakikatin terazisine çıktığında tartılmadan düşer.
Bu çürümüş düzenin karşısına, onunla aynı dilde değil, büsbütün başka bir varoluş zemini ve onun iklimiyle çıkmak gerekir. İlişkileri menfaatle değil hakikatle, sadakati hesaba değil imana dayandıran bir nizam… Hükmetme yetkisini halktan değil, hakikate râm olmuş irfandan beslenen; sermayeyi hedef değil hizmet aracı sayan; insanı fert değil ruh ve sorumluluk sahibi bir ferd olarak gören bir cemiyet tasavvuru… Bu, çağın diliyle laf yarıştırarak değil; çağın dilini tashih ederek mümkündür. Çünkü asıl ihtiyaç, yeni oyuncular değil yeni bir oyun değil; oyunun kendisini kaldırıp yerine hakikatin etrafında teşkil olunmuş bir şuur, bir merkez, bir mefkûre koymaktır. Adaletin, sadakatin ve insanlık haysiyetinin yeniden asli anlamına kavuştuğu bir dünya; yalnızca inşa değil, feda ve fedakârlık üzerine yükselir. Bu teklif, mevcut yapıların restorasyonu değil, topyekûn bir diriliş iddiasıdır — kökü mazide olan, yönü istikbale çevrilmiş bir hakikat nizamı.
Adresi ise açık.