Mevcut iktisadî sistemi tanımlarken önce “rejimi nasıl tanımlamalıyız?” sorusunu cevaplamamız icap eder. Biz meseleyi parçadan giderek göstermek istiyoruz. Zira parça bütünün habercisidir. Yani parçada yapılan tahlil ve çözümlemeler bizi ister istemez bütüne götürür. Parçada olan sorunların bütündeki sorunlardan kaynaklı olduğu gerçeğini de böylece görebiliriz.
İktisat biliminde uygulamada üç ekonomik sistemden bahsedilir. Liberal, sosyalist ve karma sistem. Özel sektör, devlet sektörü ve devlet sektörü ile özel sektörün birlikte olduğu karma sistem. Türkiye’de karma sistem var deniyor ama, Batı güdümünde kurulan rejimin gereği, kapitalizm ağırlıklı karma sistem var. Karma kapitalist sistem denebilir. Sistem kelimesini de kullanıyoruz ama Türkiye’de bu kelimeyi de pek hak etmeyen bir durum var. Uluslararası kapitalist sisteme bağlı olunduğu ve kendine özgü bir anlayış geliştirilemediği gibi karmakarışık bir sistem söz konusu. İktidarda muhafazakâr hükümetler olsa da özünde kapitalizmin hâkim olduğu bir rejimle karşı karşıyayız. Sistem ile karmakarışıklık ifadeleri ise en başta çelişkili bir durum. Doğu-Batı arasında sıkışmış halimizi andırır gibi. Bu arada Batı ile savaş içinde olan hükümetin Batı’ya karşı bağımsız politikalar geliştirme ve sistem arayışı çabalarını da saygıyla karşılıyor ve destekliyor olduğumuzu da belirtelim. Ve şu önemli nokta: Liberal, sosyalist ve karma ekonomiden başka İslâm’ın iktisadî nizamı diye bir alternatif var ve bu nedense üniversitesi dahil statüko tarafından gözden kaçırılıyor. Hayatın şartları ve krizler ihtar edici olsa da.
Kapitalist ekonomi, piyasa ekonomisi, serbest piyasa deniyor; hepsi, bugünkü anlaşılan şekilleriyle, temelde aynı. Türkiye tam kapitalist sistem değil, onun kullanımına ve pazarına “kapitalist yandaşı” açık bir sistem. Çünkü tam kapitalist sistem olursa, kendi içinde bir sistem bütünlüğü arz eder. Kapitalist sistem olsa bazı şeyler daha iyi işler idi; bütününde adaletsizlik olsa dahi.
Liberal ekonomide her şeyin piyasada olması lazım. Ama Türkiye’de yapısal sorunlar olduğu için (temelde ideoloji eksikliği) sağından solundan sınırlamalar geliyor sık sık. Bunların hepsinden baktığımızda, oradan buradan karma oluyor, müdahaleler oluyor. Dünyada ABD dâhil, ne kadar liberal ekonomi var tartışılabilir. Mortgage krizinde devletin büyük şirketleri koruması ve fon aktarmasına bakınca devletin müdahalesi olduğu görülür. Liberalizmin ülkesi ABD’de “bırakın yapsınlar, bırakın batsınlar” denmemiş anlaşılan.
Piyasa kavramından bahsetmeye devam edelim. Türkiye’de oligopol piyasalar hâkim. Bir üründe birkaç firmanın hâkim olduğu piyasalar. Mesela demiryolları tekel iken, havayolları oligopol, beyaz eşya oligopol oluyor. Gerçi oligopol firmalar az sayıda olsa da rekabet içinde oluyorlar ama, hemen hepsi kapitalist özentisi sistemin yaşatıcısıdırlar. Çünkü ondan besleniyorlar ve onu besliyorlar. Reklamlardan üretime, tüketimden sanayileşmeye kadar kapitalist çarkın hizmetkârlarıdırlar. Yani birinden kaçıp öbürüne gitsen aynı teşkilata teslim olmuş olursun. Ve hepsi ister istemez mabuduna (para-kapital) doğru akmaktadır. Yani hür teşebbüs olayı söylendiği gibi değil. Hür teşebbüsü ile büyüyen bile kapitalist sistemin savunucusuna dönüyor. Bu çarka Müsiad veya Anadolu Kaplanları da dâhil olmak zorunda kalıyor. Başka çaresi yok belki de. Hükümet, Batı karşısında bağımsız politikalara yönelince bunun sorun olduğu görülmektedir. Stratejik iktisadî kararlar kapitalizmin kölesi ticaret ehli ile alınamıyor.
Bir misal: Türkiye dünyada etkin olmak istiyor ve haklı olarak yerli bir araba markası olsun istiyor; dünya çapında rekabet edebilir markaları olsun istiyor. Türkiye ekonomisinin yarısına hükmeden ve ekonomik elit bir tabaka olan Tüsiad ailesi (3000 imtiyazlı aile) araba üretimi işine yanaşmıyor, kendisi araba işiyle ilgili olmasına rağmen. Çünkü Tüsiad gibiler yabancı sermaye ile beraberdir ve yabancı sermaye kendine yerli rakip istemez. Otomobil firması olan Koç, yerli otomobil işine girmek istemiyor. Onun için dışarı ile rekabet eden bir tane markamız yok. Hem ülkenin kaymağını yıllardır yiyeceksin, hem uluslararası bir tane markan yok? Şu soruyu hem siyasî, hem iktisadî olarak sormalıyız. Bu nasıl iş, ülke kalkınmıyor, yoksulluktan kurtulamıyor; ama Tüsiad gibiler devamlı kalkınıyor?
Yineliyoruz: Neden dünya çapında bir markamız yok? TÜSİAD gibi kuruluşların amacı, bağımsız iktisadî sistem değil, çıkarlarının bağlı olduğu Batı’nın büyük firmaları korumaktır. Taşeronluk, acentalık yapmaktadır. Burada araya girip şunu soralım: Hangi teknolojiyi üretmişler? Onun için uluslararası rekabeti de önemsemezler, millî kalkınma için gereken politikaları da önemsemezler. Tam bir “sömürgeci vekili” mantığı ile hareket ederler, Batı ile fikrî, ahlâkî ve iktisadî entegrasyonun bozulmasını istemezler. Hatta bu hususta hükümetlere ayar verirler, raporlar hazırlarlar. Türkiye’nin bağımsızlığını ve kalkınmasını nasıl istesinler ki? Çıkarları buna zıttır.
Dış ticaret açık veriyor. 100 milyar dolar dış ticaret açığı var. İhracat-ithalat farkı olarak. Bu ülke neden dışarıya devamlı borçlanıyor? Üretim önemli, ama dış ticaret açığının en büyüğü enerjiden geliyor. Nükleer santral, petrol, doğalgaz, diğer ürünler… Bunların faturası çok ağır oluyor. Lüks ithalat da oluyor, ama enerjinin payı çok yüksek. Almanya 1,5 trilyon dolardan fazla ihracat yapıyor. Biz ise 150 milyar dolar ihracat yapıyoruz. İthalat ise 250-260 milyar dolar. Kritik ürünlerde dışa bağımlılıktan kurtulmalıyız. Araba üretemiyor, çelik ithal ediyoruz. Teknoloji üretemiyoruz. Düzenleyici olması gereken devlet, stratejik meselelerde firmaları toplayıp “üretin” diyecek, arkasında da duracak.
Aselsan İHA’lara takılan aletleri üretmeye başlayınca, ABD daha önce vermediği teknolojiyi “veriyorum” diyor. Bizim kendi sanayimizi kurup dışa bağımlılıktan kurtulacağımızı farkedince bunu önlemek için malzemeyi vermek istiyor.
Uluslararası sermaye ve güdücüleri Türkiye’yi borç batağına sokar ve borçla beraber bağımlı kılmak isterken şu hususu da tesbit etmek zorundayız. Çünkü sadece eleştiri olsun diye konuşmak kolaylığına düşmek istemiyoruz. Yatırımlar için yabancı sermayeye ihtiyacımız var. Borç alıyoruz, onlar da yüksek faiz var diye geliyorlar. Bunun gibi her olayın birkaç yönü var. Reel-politiği önemsemek lazım, fakat teslim olmamak lazım. Kendi adına politika geliştirip aktör olmaya bakmalıyız. Her olayın birkaç yönü var demiştik. Mesela bir hastayı tedavi etmek istiyorsun. Bir ilacı veriyorsun, öbür organı bozuyor. Denge önemli, her şeyde olduğu gibi. İktisadın tanımında da “denge” var. Hasılıkelam ekonomi ayakları üzerinde duracak ki, yabancı sermayeye ihtiyaç kalmasın. Mesela Almanya’nın yabancı sermayeye ihtiyacı yok. Çünkü kendi kendine yeten ekonomisi var. Dış ticaret açığı vermiyor.
Dünyanın iktisadi şartları karadüzen üretimi kaldırmıyor artık. Öbür yandan küçük esnafı da yaşatmalıyız. Bu nasıl olacak? KOBİ’lerin ülke kalkınmasındaki dinamikliğini de düşünürsek, sermayeyi ve geliri tabana yaymak gerekiyor. Tasarruf bilinci ve müteşebbis ruhu ile (ar-ge, rekabetçi ve orijinal düşünce vs.) bunu beslemek gerekiyor. Üretim faktörlerini ustaca yönetmeyi ve birlikteliğini sağlamak. Hiçbir şeyde israfa kaçmayacak, âtıl kalmayacak ve tembeller gerekirse sopa zoruyla çalıştırılacak. Dikkat edin, kölece değil, bir ideal uğruna olacak. Kalkınma kelimesini kullanırken gelişme ve ruhî hamle ile birlikte kullanmak maksadındayız, bunu da ifade edelim. Sermaye-emek ve teknolojiyi kolkola çalıştırmak; işin özeti milleti inanacağı bir mefkure etrafında kol kola çalıştırmaktır mühim olan. Asıl devrim ve hamle budur. Maddî üretime kafa yorarken, fikir ve çözüm üretimine de kafa yormalıyız. En önce baştakilerin buna inanması ve sistemli fikirden (cemiyet projesinden) hareket etmesi gerek. Tutarlılık olması ve yaz-boza dönmemesi için.  İktidardakilerin kadro olarak çapsızlığı yanında, muhalefetin de devamlı fren vazifesi görmesi ve statükoyu koruması buna engel gibi görülüyor ama zuhur eden aksiyon da bu zamanlar için vardır.
Devlet, düzenleyici demektir. Anti-tekelci piyasa düzenleyicisi ve geliri adil dağıtıcıdır. Devlet dediğin manevî bir şahsiyettir ve onu kaba kuvvetten ayıran kimliği, gaye ve ideali olması, doğduğu toplumla mutabakat içinde yükselmesidir. “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” diyen şeyh Edebali’nin anlayışında olduğu gibi. Oy almak için halka yaranmak ve günübirlik politikalar devleti yüceltmez, aslında hükümetleri de yüceltmez. Yalancının mumu misali olur ancak. Devlet nizamdır, nizam ise hukuktur, hukuk ise sistemdir. Nizam bizzat sistem ve sistem ise hukuktur şeklinde de ifade edebiliriz. İnsan olan yerde ekonomi, yönetim, zabıta, paylaşım vs. hepsi düzenlenmiş olmalıdır. Nizam olmayan yerde (sistemli anlayış), iktisadî nizam da kurulamaz. Ancak kısa vadeli tedbirler olur. Uzun vadede bunlar yürümez. Sık sık tıkanma yaşanır. Kapitalist sistem ürettiği krizlerle beslenip hayatiyetini sürdürüyor ama ortada örnek gösterilecek ve idealize edilecek bir model yoktur. Ve dünyanın iktisadi merkezi de artık Asya’ya kaymıştır. Çin-Kore ve ABD krizini de bu açıdan değerlendirmek lazım. Asya sermayesine çöreklenmek isteyen ABD’ye duyulan tepkiyi de görmek lazım. Artık dünya eski dünya değil, Türkiye de eski Türkiye değil.
İkinci Dünya Savaşı’ndan her yeri yıkılmış çıkan Almanların tekrar var olmak için ekonomik hamleye kalkmasının altında yatan sebep, varolma iradesi ve Alman ruhudur. Zaten Nazilik de bu ruhtan neşet etmiş ve yeni bir istikamet vermiş idi. Demek ki her şey insan iradesi ile oluyor. Teknolojiyi üretmek dahi insan çabasıdır. Ahlâkî kokuşmuşluk, yolsuzluk, bürokrasinin rahatlığı vs. ile millî hamle olmaz. Aslında bu hâle İslam’ı yok ederek geldik. Sermaye sahibi gidiyor, yabancı ile işbirliği yapıyor, ülkesini düşünmüyor. Yabancı ile işbirliği yapamayanlar ise maaşını düşünüyor, sadece kendi menfaatini düşünüyor.
Japonların kalkınmasının altındaki amil de bilinmelidir. Japon İmparatorluğu’na bağlı olma ruhu; azimli, idealist insanlar…
Ahlâk ve iktisat arasındaki ilişki ihmâle gelmez. Ucuz materyalist anlayış gereği ıskalanan durum; ancak sıkışınca başvuruluyor. Kalkınma hamleleri dâhil her girişim, karşılığını milletin ruh yuvasını bulduğunda başarılı olur. Şunlar söylenebilir: Ahlak yok ki ülkesini düşünsün, eğitilmiş insan da yok ki, üretsin. Hem ahlâken fakir, hem eğitim olarak fakiriz. İslâm anlayışı da çok sulandırılmış. 100 küsur yıldır İttihat ve Terakki zihniyeti hâkim idi. Devlet onların ellerinde idi. İslâm düşmanlığı yaptılar ve İslâm’ı bozdular. Reformist olup Müslüman ve aydın geçinenler var. Liberal düzenin fetvacısı olarak, Fetö misali çarpık bir İslâm anlayışı hâlâ yaygın ve neye inanılacağı tam olarak bilinemiyor. Cemiyete sunulacak sahih bir İslâm anlayışı yok (BD-İBDA hariç). Osmanlı’da kaynak belli idi, yetişiyor idi. Kökü ile bağlar kesilince birçok farklı yol türedi. Müslümanlar nereden beslenecek? Sahih İslâm anlayışı hangisi ve nerede? Ağacın suyu nerede, öz nerede? İktisadî meseleleri de içine alan, hayatî sual budur.
 
Baran Dergisi 561. Sayı

12.10.2017