Şu hayat neler gösterdi, neler öğretti?.. Nice olmaz denilen şeylerin olduğunu, nice olur denilen şeylerin olmadığına şahitlik ettirdi. Kader, elden ne gelir... İnsansın, ne her şey senin elinde, ne de hiç bir şeyi yapamayacak bir mahluksun. Zaman ve mekân içinde imtihan âleminde meçhuller âlemi malum oldukça bakalım daha neleri tecrübe edeceğim?.. Hayat sır... Hayat sır içinde sır... Hayatı güzel kılıp, cazibeli yapan şeylerden biri de bu.

Kırgınlıklarımız oluyor, ümitlerimize felç geldiği anlar içinde yaşıyoruz. Kendi iç dünyamıza gömülüp, kendi küçük dünyamızda hayatı sürdürme duygusu sarıp sarmalıyor içimizi. Sonra okuyorsun… Ve bu sahte nefs hilesini yakalıyorsun. Nasıl mı? Her şeyden önce Rabb’in yardımı ile. Hayatta en büyük belaya peygamberler, sahabiler ve veliler uğrar. Çünkü en büyük mükellefiyet onlara verilmiştir. Peygamber Efendimiz’in hayatını çizgi çizgi hayal ediyorsun, Hazreti Ömer’in bağlılığını ve örnek şahsiyetini düşünüyorsun... Ve nihayet Salih Mirzabeyoğlu'na geliyorsun...Ve işin içinden çıkıyorsun, nefs hilesinden kurtuluyorsun! Sen ne yaşadın ki, sen de ne gördün ki?.. Bu dev şahsiyetlerin yanında senin derdin sinek ısırığı bile değil… Hadi bakalım cemiyete... Halk içinde hakla yaşamanın sırrından pay almaya… Cemiyet kaçkınlığına gerek yok. Bizim yolumuz fert ve cemiyetin kıvam içinde yaşamasıdır... Ne fert cemiyet için ne de cemiyet fert için yok sayılır. Bizim yolumuzda fert ve cemiyet ilahi ölçüler içinde birbiriyle kaynaşmanın bahtiyarlığına erer... İşin özü Allah'tan ümit kesmek küfürdür.

Süleymaniye’nin Müziği Hangisi?

Akşam Gazetesi'nden Bedir Acar'ın yazısından.

"İstanbul'u ziyaret eden Batılı bir mimar Süleymaniye Camii'nin ihtişamı karşısında hayretini gizleyemeyerek, ‘Böylesi görkemli bir abidenin, görkemli bir de müziğinin olması gerekir; sizin geleneksel müziğiniz nedir?’ diye sorar. Bizimkiler şaşkın. Türk halk müziği, klasik Türk sanat müziği, tasavvuf... Çeşitli müzik mahfillerine ziyaret gerçekleştirmiş, konserlerine gidilmiş ancak Batılı mimar, ihtişamlı Süleymaniye'nin müziğinin bunlar olamayacağını söylemiş. Neydi o müzik? Birinin aklına ‘Mehter’ gelmiş. Acaba?.. Mehteri dinleyen Batılı mimar keşif heyecanıyla ‘İşte bu!’ demiş...

Böylesine görkemli bir mimarinin müziği ancak böylesine gösterişli, meydan okuyan bir müzik olabilirdi.

Bizimkiler çok şaşkın.”

Mehter Marşı

Gafil ne bilir neş've -i pür şevk-i vegayi

Meydanı-ı celadetteki encar-ı sefayı.

Merdan-ı gaza aşk ile tekbirler alınınca.

Titretti yine, ru-yı zemin arş-ı semayı.

Allah yoluna cenk edelim şan alalım şan.

Kur'an da zafer vaadediyor hazret'i yezdan.

Farzeyledi hallak-ı cihan harb'ü cihadı.

Hep cenk ile yükselmede ecdadımın adı...

Dünyaları fetheyleyen ecdadımız el hak ,

Adil idi , hıfzeyler idi , hak-kı ibadı...

Allah yolunda cenk edelim şan alalım şan.

Kur,an' da zafer vaadediyor hazret'i yezdan.

(Aciz olan ne bilir neşeyi,

Meydandaki yiğitliklerden alınan rahatlığı sevinci.

Allah yolunda vatanın için savaşmaya başlayınca.

Titretir yeryüzündeki meydanda yapılan kahramanlıkları

Yapanların ruhu gökyüzündekileri,

Allah yolunda savaşalım,

Kur-an da müjdesini veriyor hazreti yezdan.)

Bu hadisede bahsedilen yabancının idrakine hayran olmamak elde değil. İdrak; anlayış, eşya ve hadiseleri değerlendirme şuuru. Eşya ve hadiseleri değerlendirirken tecrit derinliğini yaşayıp her şeyi yerli yerine oturtmak. Tanzimat’tan beri cumhuriyet döneminde daha da artarak günümüze kadar gelen Batıcılık anlayışının bizi getirdiği durum idrak yoksunluğu. Apışıp kalmak ve zihnin dumura uğraması.

Evet, topluma ait her türlü eserlerin arkasında bir dünya görüşü vardır. Bu dünya görüşü kuşanıldığı anda ve kalbi olarak yaşanıldığı zaman ortaya tezatsız bir medeniyet anlayışı ortaya çıkar. Bu takdirde medeniyet unsurları olan müzik ve mimari arasında ahenk ve uyum birbirini destekleyici bir mahiyet kazanır. İşin özü kuşanılması gereken bir dünya görüşü ve dünya görüşüyle hadiselere yaklaşılması temel meselemiz olmalı. Aksi taktirde hiçbir problemimizi çözemeyiz.

Üstad Necip Fazıl’a (k.s) “Sen düşmanını çok iyi biliyorsun!” diyorlar. Üstad, “Dostunu bilmeyen düşmanını tanır mı?” diyor. Ne muazzam bir tesbit ve teşhis. Evet, dost ve düşman algısı, biri varken diğeri de olması gereken, olmazsa olmaz. Düşmanı olmayan dostunu, dostunu bilmeyen düşmanını tanıyamaz. Bu iki olmazsa olmazı dünya görüşü olarak kuşanmayan kendine has ve hususi bir medeniyet doğuramaz. Nakış nakış zaman ve mekânı ihtişamlı eserlerle döşeyemez. Diğer dünya görüşlerinin esiri olmaya mahkûm olur ve ben hakikatini kaybeder.

Mimar Sinan, aleme nizam verme ve dünyayı fethetme derdiyle yanan Osmanlı Devleti'nin bir ferdiydi. İslam potasında erimiş ve zıt kutup hakikatini yüreğinde taşıyan biriydi. Bu anlayış düşmandan daha güçlü, daha kuvvetli ve ihtişamlı gözükmeyi mükellef kılıyordu. Mimar Sinan Ayasofya'ya daha doğrusu Hristiyanlık anlayışına meydan okuyordu. Aşk halindeydi. Aşktır ki, uykusuz bırakır. Aşktır ki, çileyi bal gibi içirir ve muazzam eserler tezahür ettirir.

Evet, Müslümanlar olarak düşman kutbu tayin etmeli hayatımızı ona göre tanzim etmeliyiz. Aksi taktirde evlatlarımızı, sokağımızı, şehrimizi kaybederiz. Nitekim kaybediyoruz. Garip mahluklara dönüyoruz. Karşımızdakilere gereken heybeti veremiyoruz. Kalp hakikatinde mündemiç ruhun aksi olarak bulunan nefsimizden başlayarak, Yahudi, Hristiyan, liberal, ulusalcı ve sair düşman kutupları belirlemeli, onlar karşısında donanımlı olmalıyız.

Bakın, o zaman Mimar Sinan'ın torunu olmayı hak edeceğiz. Bütün dünyaya kan ve zulüm veren, bütün dünyayı sömüren, fuhuş ve sapıklığı idealize eden Batı düşünce ve anlayış tarzını derdest edeceğiz. Bütün insanlığa kurtuluş şifası olan ebedi ilâcı sunacağız.

Üstad’ın dediği gibi:

"Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın.

Gündüz geceye muhtaç sen de bana lazımsın."

Baran Dergisi 725.Sayı