Evladiyelik vakıfların İslâm miras hukukunun “arkasına dolanma” gayesiyle kullanıldığı iddialarını geçen sayımızda ele almış ve bu iddianın kısmen doğru olduğunu görmüştük. Bu suiistimal çabalarını bertaraf edecek çözümlerin aslında şeriatta mevcut olduğunu da ifade etmiştik. Sıra bu vakıf türüyle toprak mülkiyetinin ve devlet görevlilerine uygulanan müsaderenin irtibatına geldi. Fakat öncelikle İslâm’daki toprak tarifi ve mülkiyeti tasnifine bir bakmamızın faydalı olacağı kanaatindeyiz.

(Bu bölümde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin Prof. Halil Cin tarafından kaleme alınmış “Arazi” maddesinin bir özetini sunacağız.)

Arazi kelimesi “yer” anlamına gelen Arapça arzın çoğuludur. Genel kaideye uygun olan çoğul şekilleri “arazun” ve “uruz” ise de asıl kullanılan, gayri kıyasi çoğul kalıplardan olan arazidir. Günümüz ve eski hukuk dilinde de bu ifade tercih edilmiştir.

 İslâm’da toprağın ilahilik vasfından dolayı mülkiyete konu olmayacağı şeklinde bir telakki mevcut değildir. Yerin, göğün, her şeyin yaratıcısı Allah olduğundan, itikadî açıdan her şeyin gerçek malikinin de Allah olduğu temel ilkedir. Ancak bu hukukî mânâda mülkiyet hakkının ferdlere tanınmasına engel değildir. Sadece ferdler bunu Allah’ın ihsanı bilerek ona göre tasarrufta bulunmaya davet edilmiştir. Son zamanlarda ortaya atılan bazı iddiaların aksine, İslâm hukukunda arazi hem kamu mülkiyetine hem de ferdî mülkiyete konu olabilmektedir. Bütün İslâm hukukçuları arazinin hem özel hem de kamu mülkiyetinin konusu olabileceğinde ittifak etmişlerdir. Ancak arazinin Müslümanların eline geçiş tarzının arazi mülkiyetine etkili olduğunu belirtmişler ve bu konuda bazı farklı görüşler serdetmişlerdir. Bu görüşler özetle şöyledir:

1. Ahalisi Müslüman Olan Arazi: Herhangi bir savaş söz konusu olmaksızın ahalisi Müslüman olan arazinin üzerinde yaşayan tebaanın özel mülkleri olduğunda İslâm hukukçuları arasında ittifak vardır. Devlet bunlardan sadece öşür (arazi zekâtı) alabilir.

2. Barış Yoluyla Elde Edilen Arazi: Müslüman olmamakla beraber İslâm devletiyle barış yapmak isteyen ve İslâm devletinin tebaası olmayı kabul eden insanlara ait arazinin mülkiyet durumu, Müslümanlarla yaptıkları sulh akdinin hükümlerine bağlıdır. Hanefîlere göre bu arazi, gayrimüslim ahaliye mülkleri olarak bırakılmakta ve İslâm devleti bu çeşit araziden sadece haraç (vergi) alabilmektedir.

Bu arazi arazi-i haraciyyenin (vergiye tâbi arazi) bir çeşididir. Diğer İslâm hukukçuları ise ya Hanefîlerin dediği gibi yerli gayrimüslim ahaliye terkedileceğini yahut da sulh akdi ile arazinin kuru mülkiyetinin Müslümanlara ait olduğunu, fakat belli bir kira bedeli karşılığında yerli ahaliye kiralanacağını ifade etmişlerdir. Bu çeşit araziye “Müslümanlara vakfedilen” arazi denmekte ve bununla arazinin üzerinde temliki tasarrufta bulunulmayacağı kastedilmektedir. Yoksa burada hukukî anlamda vakıf arazi söz konusu değildir.

3. Savaş Yoluyla Elde Edilen Arazi: Bu arazi konusunda önemli görüş ayrılıkları mevcut olup bu görüşleri dört ana grupta toplamak mümkündür: a) Şafiîler, Hanbelîlerle Malikîlerden bir gruba göre, devlet reisi bu çeşit araziyi savaşa katılan gazilere taksim eder. Ancak gaziler kendi rızalarıyla bu haklarından amme namına vazgeçerlerse devlet reisi bu araziyi Müslümanlara vakfedebilir, yani kamuya tahsis eder. b) Malikîlerin çoğunluğuna göre, bu çeşit arazi, devlet reisinin vakfetmesine gerek kalmadan sadece fethedilmekle Müslümanlar için vakıf haline gelir. c) Hanbelî mezhebinde tercih edilen diğer bir görüş de devlet reisinin araziyi gazilere taksim etme veya Müslümanlara vakfetme hususunda tercih hakkına sahip olduğu yolundadır. d) Hanefîlere ait son görüş ise devlet reisine kamu yararına göre tercihte bulunmak üzere iki ayrı hak tanınmaktadır. 1) Gazilere taksim ve temlik etmek. Buna esas teşkil eden hadise, Hz. Peygamber (SAV)’in Hayber arazisini gazilere taksim edişidir. Bu durumda arazi, mülk arazi çeşitlerinden olan öşür arazisi haline gelir. 2) Rakabesi devlette olmak üzere yerli gayrimüslim ahaliye bırakmak ve onlardan haraç (vergi) almak. Hz. Ömer (RA)’ın Haşr sûresinin yedinci ayetine ve ashabın icmâına dayanarak yeni fethedilen Irak arazisini (Mezopotamya) gazilere taksim etmeyip yerli gayrimüslim ahaliye bırakması ve onlardan vergi alması bu görüşün esasını teşkil eder.

Bütün mezheplerde nazarî olarak kabul edilen, ancak asıl uygulamasını Osmanlı Devleti’nde bulan beytülmal arazisi (mirî arazi) uygulaması bunun en güzel örneğidir.

4. Ahalisi Sürgün Edilen Arazi: Bu çeşit arazi, Hanefîlere göre ya ahaliye terkedilir ve bu durumda haraç arazisi olur veya beytülmale bırakılır. Hanefîler dışındaki diğer İslâm hukukçuları ise bazı görüş ayrılıklarına rağmen İslâm cemaati lehine vakıf olacağını savunmaktadırlar.

Sonuç olarak İslâm devletinin teşekkülünden sonra Müslümanlara ait araziler şu statülere tâbi tutulmuştur:

Ahalisi kendiliğinden Müslüman olan veya savaş yoluyla fethedilip de gazilere taksim edilen arazilere, öşür uygulandığı için arazi-i öşriyye denmiştir. Hz. Peygamber (SAV) tarafından fethedilerek gazilere taksim edilen Hayber arazisi ve kendiliğinden Müslüman olan Yemen ve Bahreyn arazisi bu durumdadır. Bunlar mülk, yani üzerinde oturanların kendisine sahib olduğu arazilerdir.

Barış yoluyla haraç vergisine bağlanan yahut savaşla elde edildiği halde gazilere dağıtılmayıp yerli gayrimüslim ahaliye bırakılan yerlere arazi-i haraciyye denmektedir. Hanefîlere göre Irak arazisi bu çeşit arazilerin başında gelmektedir. Arazi-i haraciyye statüsünü bütün ayrıntılarıyla ilk uygulayan Hz. Ömer (RA) olmuştur. Basra ve çevresi bu uygulamanın dışında tutularak öşür arazisi kabul edilmiştir. Daha sonraları Mısır ve Suriye arazilerinin de haracî arazi statüsünde bulunduğu nazarî ve tatbikî alanda kabul edilmiştir. Ancak bu araziler meydana gelen harpler ve muhaceretler sebebiyle zamanla beytülmal arazisine dönüşmüştür. Öşür arazisi veya haracî arazi statüsüne tâbi olmayan bir üçüncü grup arazi daha vardır ki, bunlara Hanefîler beytülmal arazisi, arazi-i memleket vb. adlar vermişlerdir. Osmanlı padişahları “şer’i şerif”in kendilerine tanıdığı tercih hakkını kullanarak Anadolu arazisini bu statüyle tanımlamışlardır. Hanefîlerin dışındaki diğer İslâm hukukçuları ise bu çeşit araziye “Müslümanlar için vakıf arazi” adını vermişler ve Irak arazisini bu şekilde nitelendirmişlerdir. Ancak bu tabirle kastedilen arazi gerçek vakıf arazisi değildir. Bundan, bu çeşit arazinin rakabesinin her çeşit temlikî tasarruflardan uzak tutularak kamuya (Müslümanlara) ait olması ve işletilerek elde edilecek gelirinin de Müslümanların ihtiyaçlarına sarf edilmesi mânâsı anlaşılmalıdır. Bu ise Osmanlıların uyguladığı mirî arazi rejiminden başka bir şey değildir. Ancak bazı Avrupa ve Türk hukukçularının vakfın bu anlamı konusunda hataya düştükleri görülmektedir. Buna göre öşür ve bazı durumlarda haraç arazilerinin mülk arazi olduğu, Müslümanlara vakıf yahut beytülmal arazisi denilenlerin ise mirî araziye benzediği anlaşılmaktadır. Mülk arazi sahipleri bunlardan bir kısmını sahih olarak vakfedince de gerçek anlamda vakıf arazi çeşidi ortaya çıkmıştır. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki tapu tahrir defterlerinde bulunan kayıtlardan anlaşıldığına göre bu üç çeşit arazi Abbasiler ve Eyyubiler devrinden beri mevcuttur. Bunların yanında, umumun veya ammeden bir kısmının menfaatine terkedilen caddeler, meydanlar ve meralar gibi İslâm’ın ilk devirlerinden beri bilinen ve metruk arazi denilen arazi türü vardır. Osmanlı kanunnamelerinde bu çeşit arazinin zikredilmemesi onun mevcut olmadığını göstermez. Fıkıh kitaplarının hepsinde bu çeşit arazilere mahsus hükümler vardır. Hanefîlerin araziyi tasnif hususundaki görüşleri uygulamada kendisini kabul ettirmiş, Abbasîler, Eyyubiler, Memlukler, Selçuklular ve Beylikler döneminde söz konusu tasnif esas alınmıştır.

C) Osmanlı Uygulaması: Osmanlı Devleti, İslâm hukukunu bütün müesseseleri ve hükümleriyle resmen uygulayan en büyük ve en uzun ömürlü devlettir. İslâm hukukunun arazi rejimini de Hanefî mezhebi çerçevesinde, bazı yönlerini zamanın icâb ve ihtiyaçlarına göre uyarlayarak tatbik etmiştir.

Daha önce fıkıh kitaplarında ifadesini bulan ve İbn Kemal ile Osmanlı arazi rejiminin mimarı olan Ebussuud tarafından geliştirilen tasnife göre Osmanlı toprakları hukukî bakımından beş çeşittir: 1.Arazi-i Memlûke: Bunlarda mülkiyet hükümleri geçerlidir. Malikleri bu çeşit arazi üzerinde her türlü tasarrufta bulunabilir ve sahih olarak vakıf da yapabilirler. Arazi-i memlûkeyi beş grupta toplamak mümkündür. a) Müslümanlardan Osmanlı’ya geçmiş veya mülkiyeti ahaliye terkedilmiş köy ve şehir içlerinde bulunan bütün arsalarla buraların kenarlarında olup tetimme-i sükna (ev civarı) denilen yarım dönümlük yerler. b) Aslında beytülmal arazisi iken ifraz edilerek ve şartlarına uyularak sahih temlik ile mülk haline getirilen araziler. c) Öşür arazileri. Buna arz-ı sadaka da denir. Öşür arazisi Yemen gibi fetih sırasında gazilere tevzi ve temlik edilen yerlerdir. d) Haraç arazileri. Bu arazi fetih sonrasında padişah fermanıyla gayrimüslim ahaliye bırakılan yerlerdir. Buradan alınan haraç vergisi de harac-ı mukaseme ve harac-ı muvazzaf olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisi arazinin hasılatından yerin durumuna göre 1/10’dan 1/20’ye kadar alınmak üzere belirlenmiş olan vergidir. İkincisi ise arazi üzerine kesim usulü ile belirlenmiş olan muayyen miktar akçedir. Önceleri Mısır ve Şam arazisi de haracî idi. e) “İzn-i sultani” ile işleyenin mülkü olmak üzere ihya edilen arazi-i mevat.

Gelecek sayı “mirî arazi” ile bahsimize devam edeceğiz.

Baran Dergisi 507. Sayı