Gerçekleştirdiği her fiil, ferdin kendisini cemiyetin diğer unsurlarından ayıran tenkid şuurunun bir tezahürüdür. İbda Külliyatı'na ait “Varlığın varlıkla bilinmesi” hikmetinin gereği olarak kişi, kendisini, cemiyetin diğer unsurlarından ayırarak ve elbette onlarla beraber inşâ etmektedir. Diğer ferdlerin varlığı, kişinin “kendi” olması açısından zaruridir. Bu da tabii olarak bizi sosyolojinin en temel hususu olan “iletişim”in önüne getiriyor. Ferdler, kendilerini en temel ruhî tezahürlerden olan iletişimle buluyorlar. İletişim, cemiyetin “değer skalası”nı taşımak kaydıyla, kendisine anlam yüklenmiş her türlü vasıta ile yapılabilmektedir. İnanma ihtiyacı, iyilik etme arzusu, kıskançlık, övülme isteği, yerilme korkusu, utanç, vicdan, ümit, korku, yeis ve hepsinden önemlisi varlığını sonsuza kadar sürdürme iştiyakı, tüm insan davranışlarının temel mekaniğini oluşturmaktadırlar. Vakıflar da bir yönüyle ferdlerin cemiyetle kurdukları bir iletişim şekli olarak görülebilir. Bu iletişim, müsbet de olabilir, menfi de. İslâm dışı inanışlardaki vakıf benzeri tesislerin en azından bir kısmını, kişinin sırf başkalarına iyilik yapma, karşılığını sadece inandığı “tanrı”dan bekleyerek yardım etme saikiyle değil de, onlar tarafından övülüp takdir görme arzusuyla gerçekleştirdiği kurumlar olarak da telakki edebiliriz. Kişilerin davranışlarında, insanın nefsini okşayan “övülme” isteği, neticede en güçlü motiflerden birisidir ve aslında kişi, bazı durumlarda yardım ediyor görüntüsü altında kendi egosunu tatmin ediyor olabilir. Ama her dinin samimi müntesipleri vardır ve bu tür insanlar, yaptıkları yardımları içten bir fedakarlık hissiyle yerine getirirler. 

İnanma ihtiyacının mukadder neticesi, Mutlak Varlık ve dolayısıyla Mutlak Fikir. Geri kalanın safsata olduğunu, kendi iç dünyasını tahlil ettikten sonra her aklı selim sahibi teslim etmek durumundadır.  Salih Mirzabeyoğlu'nun mealen dediği gibi “Varlığın olabilmesi için Mutlak Varlık şart. Tereddüt onun hüviyetinde.” Bu, her daim üzerinde durduğumuz, Müteal/Aşkın Varlık zarureti. İnsanın varlığının izahı da, Mutlak Varlık'ın alemlere rahmet olarak gönderdiği Sevgilisi Resûlullah Efendimiz (SAV) tarafından keyfiyeti bizce meçhul bilinme arzusu. “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.” (Acluni, II, 132) hadis-i kudsîsi buna işarettir. Tüm alemlerin mânâsı insanda, onun mânâsı da Hz. Resûl-ü Kibriyâ (SAV)'dadır. Tüm alemler ve tabii tüm beşeriyet, bu bizim için sır olan arzunun tezahürüdür. Bunu ancak, Hz. Peygamber (SAV)'ın ruhaniyetine yanaşmayı başarabilenler ruhî melekeleriyle “sezebilirler”; yani, akıl ötesi, aklın ihata edemeyeceği Mutlak Hakikat... Fakat, diğer taraftan, aklî/rasyonel olduğunu iddia eden tüm izahlardan (veya daha doğru deyişle en iyi durumda agnostisizmi kabul eden izahsızlıklardan) daha “anlaşılır” olduğuna şüphe yok. İtirazı olanlar, buyursun izah etsinler, çünkü iddia sahibi, iddiasını ispatla mükelleftir. Öyle belirsiz zamanlara erteleyerek “elbet bir gün izah edilecektir” tarzında, aslında peşin bir kabulü, dolayısıyla bir inancı işaret eden yaklaşımlar, bizim iddiamızın tersinden ispatçısıdır. Bütün bunları, İbda'nın yerinden oyna(tıl)mış hakikatleri tekrar yerlerine oturtucu diyalektiğinden öğrenmekteyiz.

Hülasa, Allah insanı cüzi irade ile mücehhez bir vaziyette, aslı muhtelif iyi vasıflarıyla ruh, asla musallat tâlîsi muhtelif kötü vasıflarıyla nefs olan bir terkib içinde yaratmıştır. Her işlediğimiz fiil, belli bir tercihin neticesi ve bu tercih sürecine, ruhun ve nefsin tüm bu vasıfları iştirak ediyor. En iyi davranışımızda bile riya ve kibirden izler bulunabiliyor. Bunun olmadığı yer ise, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmak demek olan Allah'ta fena bulmak, Allah'ta yok olmak hali... Tersinden bakarsak, mutlak anlamda kötülük de yok; bize kötü gelen, safi kötücül gördüğümüz davranışların karar aşamalarında, zerre halinde bile olsa iyilik niyeti bulunabilir. Nitekim Akgündüz, vakfın temel insanî oluşla alâkalı nüans noktasını şu ifadeleriyle yakalamış:

 “Dinleri ve inançları ayrı da olsa, bütün milletler vakıf mânâsını taşıyan bazı tasarrufları bilmektedirler. Zira bütün milletler bizce bâtıl da olsa bir din sahibidirler. Her dinin bir mabedi ve her mabedin de giderlerini karşılayan bazı malları mevcuttur. İslâm'daki vakıfla aralarındaki en önemli fark gayededir.” (A. Akgündüz, Vakıf Müessesesi, sh. 57)

Bir kaç sayıdır devam ettiğimiz bu yazı dizisinde “vakıf” bahsiyle alâkalı olarak anlatmaya çalıştığımız hususlardan birisi de, tarihte, temelini peygamberlerin attığı, “başkalarına iyilik etme”nin tecessüm etmiş hali olan vakıf benzeri kurumların var olma sebebi... Her ne kadar bunlar gerçek mânâda “iyilik etmek için kişinin kimi haklarından feragatte bulunması” başlığı altında toplanamasa da, yine de cemiyetin ihtiyaçlarını görme anlamında vakıf benzeri tesisler biçiminde tezahür etmektedirler. Zaten bu tarz kurumları peygamberler ve onların sıkı sıkıya takipçisi ehl-i takva kişiler oluşturmamışsa, en iyi durumda bile dünyevîlik, gösteriş, kibir, velhasıl nefsânîlik kokmaktan azâde olamazlar. “Vererek” insanların kendilerini kurtarmaya çalıştıkları da işin özünde bu: Samimi duygularla yapılan bu faaliyetlerin aslî maksadı, vakfın tarifinde de geçtiği üzere, “kurbet”tir, yani Allah'a yaklaşarak kalbi yukarıda bahsettiğimiz kir ve hastalıklardan arındırma. Bu tarz faaliyetler gerçekten bu anlama matuf bir mahiyette Allah'a yaklaştırdıkça güzel, O'ndan uzaklaştırdıkça çirkin... Vakıf dahil tüm beşerî dalları niçin “Adlî Tıbb” ana başlığının hasrı içinde gördüğümüz de bu izahlardan anlaşılıyordur umarız. 

Bahsimizi işlemeyi gelecek sayılara bırakarak, vakıf ve benzeri kurumların tarihî serencamını anlatmaya kaldığımız yerden devam edelim. 

Hindistan'da Budizm'in hakim olduğu bölgelerde de vakıf benzeri teşekküllere rastlanmaktadır. W. Ruben, “Budist Vakıfları hakkında” başlığı ile Vakıflar Dergisi'nde yayımladığı makalesinde şunları ifade etmektedir:

“Milattan takriben dört asır evvel 'Kautalya' tarafından meydana getirilen bir eserden devlet başkanının aydın Brahmanlara yiyeceklerini karşılama gayesi güden ve her türlü vergiden muaf tutulan ekilmiş bir arazi ve Brahman askerlerin de kurbanlar kesip inzivaya çekilmeleri için ekilmemiş bir arazi verdiği anlaşılmaktadır. Bu bir vakıf müessesesi karşısında bulunduğumuzu göstermektedir.” (Ruben, Vakıflar Dergisi, sayı 2, sh. 177) 

Oldenberg ise Vaişli şehrinin yakınlarındaki bir mango ağacı koruluğunu Buda'ya zengin ve aydın bir kadının hediye ettiğini söylüyor. Aynı şekilde zengin ve dindar bir tüccar olan Sravasti'li Anathampında da güzel Jeta koruluğunu Buda'ya hediye etmişti. Tüccar burayı alıp Buda'ya hediye etmek istediğinde, Prens Jeta arazinin fiyatını çok artırmış, öyle ki tüccar bütün araziyi örtecek kadar altın ödemek durumunda kalmıştı. Bu gibi dindar insanlar açısından Buda için bir servet harcamak şeref verici bir hadiseydi. Bu korulukta Budizm'in ilk mabedi kurulmuş, Buda ve taraftarları burada yaşamışlardı. Şehirden yiyecek toplayıp onları yerler, bu korulukta da riyazet yaparlardı. Bütün Budist tapınakların inşâı ve keşişlerin geçimi bu minval üzere gerçekleşmekteydi. (Oldenberg, Buddha, sh. 166) Budizm'de tapınak manasına gelen Sangharama kelimesini “tarikatın koruluğu” şeklinde tercüme edebiliriz. Bu kelimenin menşei, yukarıda bahsi geçen koruluk olsa gerek. Bu korularda Budist keşişler üzeri yapraklarla örtülmüş basit kulübeler yapar ve yağmur mevsimini onların içinde geçirirlerdi. Bu kulübeler, yağmura karşı dayanıklıdır ve Hindistan'da halen kullanılmaktadır. Sair zamanlarda açık havada günlerini geçirirlerdi. Zaten daha çok gezgin keşişler olarak hayatlarını sürerlerdi.

Yine Oldenberg'e göre, keşiş olmayan Budistler, tahta veya tuğladan binalar yapıp bunları keşişlere toplantı yeri, hamam, kiler ve aşevi olarak vakfetmekteydiler. (Oldenberg, Buddha, sh. 408) Budistler, ilk zamanlar, Brahmanların aksine, para, kadın veya erkek köle, sığır, fil vb. hediyeleri kabul etmezlerdi. Brahmanizm, ilk ortaya çıktığı dönemlerde köylü kitleye dayanan bir din iken, Budizm, daha elit bir kesime hitab etmekteydi. Vakıflarında ve kabul ettikleri hediyelerde bu farkı görebilmekteyiz.

Milattan sonra 700'lerde Hindistan'ı ziyaret eden Itsing isimli bir Çinli Budist, Nalanda Manastırı'nın, civarındaki 200 kadar köyün gelirini topladığını yazmıştır. Bunların tamamı kralların bu manastıra yönelik yaptıkları vakıflardır. Hindistan'daki bu en büyük külliye tarzı Budist yapı (içinde tapınak, okul, keşiş ve yolcular için barınak bulunmaktaydı), M.S. 450'den sonra gelen krallar tarafından sürekli korunmuştu. Öyle ki, Hindistan'ı zapt eden Hun kağanlarından bazıları, doğrudan belli miktarda keşişin masraflarını üzerlerine almışlardı. (Vidhyabhusana, Indian Logic (Hindû Zihni), sh. 145) Yazara göre bu dönem, Budizm'in Hindistan'daki son şaşaalı devridir. Akabinde yerini İslâm'a ve Hinduizm'e terk etmiştir. 

Hindistan'da Nalanda kadar büyük olmasa da, Budist keşiş yetiştiren binlerce okul ve bunların tapınakları da bulunmaktaydı. Bütün bunların gelirleri de ya kralların kendilerine tahsis ettikleri arazi vakıfları veya halkın kendi imkanlarıyla bağışladıkları arazi gelirlerine dayanmaktaydı. Mesela “Orissa'daki bir kral, o sırada ölen bir azize bir manastır vakfetmiştir. 24 dönüm olan bu manastırın hududunu altın bir sabanla çizmiş ve bu arazideki evleri sakinleri ile birlikte hediye etmiştir. Bu hediyeyi de Brahma adeti üzere madeni bir levhaya yazdırmıştır. ” (Ruben, age, sh. 176) Tabii burada kölelerin de vakıf içerisine dahil edildiği görülüyor ki, bazı Mısır ve Roma uygulamalarında bunun benzeri vaziyetlere şahit oluyoruz. 

Bundan başka, mevcut mabetlerde de dindar insanlar kendi imkanları nisbetinde ufak tefek eklemeler ve tadilatlar yapıyorlardı. Kral Aşoka'nın, Buda'nın yakılmış cesedinin parçaları, giydiği elbiselerden koparılmış kısımlar ile keza yine en büyük talebelerinin saçları, dişleri, elbiseleri, kemik parçaları üzerine binlerce ufak mabed yaptırdığı bilinmektedir. M.Ö. 3. asırdan beri bu tarz mabetler mevcuttur ve bu mabetlerin taşları üzerindeki küçük kitabelerde, mabetlerin şu veya bu kısmının aydın bir kadının, bir işçinin veya bir tüccarın vakıf olarak yaptırdığı yazılıdır. Zaten bu mabedler masif bir kubbeden ibaretti; insanlar, bu kubbeleri eski çekirdek üzerine yeniden taş ördürüp büyüterek tekrardan inşa ediyorlardı. 

Somasanduram, bu tarz vakıf tahsisleri hususunda benzeri örnekler sıralıyor. Budizm'in Hindistan'daki inkırazı dönemine denk gelen bir kaç örnek şu şekilde: “Bengal Kralı Dharmapala, M.S. 8. asırda Vikramaşila üniversitesini, orada devamlı surette oturan 108 keşişe tahsis edilen vakıf sayesinde kurmuştur. Güney Hindistan'da hakimiyet sürmüş Raca Raca isimli Çola kralı, M.S. 1006'da bir Budist mabedine bir köy hediye etmiştir. Bu muameleye dair vesika halen muhafaza edilmektedir.” (Somasanduram, the Great Temple of Tanjur (Tancur'un Büyük Mabedi), sh. 14) 

Ruben ise söz konusu makalesinde Budizm öncesi Brahman dininden de bahsetmektedir. Ruben'e göre hayır işleri yapmak kast sistemindeki diğer üç sınıfın (tüccarlar ile çiftçiler, askerler ile idareciler ve işçiler ile köleler) göreviydi; almak ise sadece Brahmanlara mahsustu. Krallar, bir arazinin vergisini (elde edilen gelirin 1/6'sı) bir Brahman ailesine vakfeder ve bu vergi nesiller boyu bu aile tarafından tahsil edilirdi. Bununla ilgili senetler de metal levhalar üzerine kazınır ve muhafaza edilirdi. Fakat Brahman aileleri bu arazileri satamazlardı. Mülkiyeti, krallıkta kalırdı. Ruben, bir çeşit “vakıf senedi” diyebileceğimiz bu tarz yüzlerce levhanın günümüze ulaştığını ifade etmektedir. 

Kral Aşoka, Brahmanların Ganj nehri boyunca yaptıkları “kutsal yolculuklarında” istifade etmeleri için bir çok noktada evler yaptırmıştır. Bu evlerin tadilatı, gelenlere hizmet edilip doyurulması için yine bir çok araziyi vakfetmiştir. Kralların, vakıflara tahsis ettikleri arazileri geri almaya hakları bulunmamaktaydı. (Ruben, age, sh. 180)

Yine yukarıda bahsi geçen Kral Raca Raca, Hindû ilahların büyüklerinden olan Şiva'ya adanan Tancur'daki büyük mabedi inşa ettirmişti. Bu mabede büyük gelir getirecek araziler vakfetti. Bu konuda tek de değildi: Kız kardeşi, karıları da mücevherler bağışlıyorlardı. Kral, Seylan'a kadar uzanan devletinin yüzlerce köyünden elde edilen geliri mabede bağışlamaktaydı. Bu mabed o kadar önemliydi ki, bütün devlet idaresinin merkezî konumunu işgal ediyordu. (Somasanduram, the Great Temple of Tanjur, sh. 21) Gördüğümüz kadarıyla bu vakıflar, devletin aldığı vergi gelirlerinin kendilerine tahsis edilmesiyle varlıklarını sürdürebiliyorlardı. Hindistan'da İngiliz idaresi altında bile bu vakıflar devam etmişlerdir. İngilizler, Müslüman vakıflarını bozma hususunda gösterdikleri gayreti, Hindû vakıflarına karşı göstermemişler, onları bir nevî koruma altına almışlardır. Emperyalistlerin, İslâm coğrafyasında tahribe en çok uğraştıkları kurumlar vakıflar olmuştur. Bu vaziyeti yazı dizimizin ilerleyen bölümlerinde teferruatlı bir şekilde irdeleyeceğiz.

Yukarıdaki bahsettiğimiz Budist ve Brahman vakıfları, bizdeki “irsadî vakıfları” andıran bir vakıf türü gibi durmaktadırlar. İrsadî vakıfların bazı çeşitlerinde, kuru mülkiyet devlette kalmakta, gelirleri ise vakfa ait olmaktaydı. Bu sayede, boşta yatan arazilerin işlenmesinin önü açılmakta ve ekonomik açıdan da bir fayda temin edilmekteydi. Brahmanizm ve Budizm'e inanan eski Hintlilerin, bu tarz vakıflar kurmak suretiyle, hem kendi anlayışlarına göre dinî bir vazifeyi yerine getirdikleri hem de bunu devletin hazinesine dokunmadan gerçekleştirdikleri anlaşılıyor. 

Gelecek sayı Türklerin Müslüman olmadan önce kurdukları vakıflara bir bakacağız.



 Baran Dergisi 423. Sayısı