Geçtiğimiz hafta AKP’li milletvekillerinin başörtülü bir şekilde TBMM Genel Kurulu’nda yer almalarının ardından yazılı ve “görsel” medyada bu mevzu etrafında birçok tartışma gerçekleşti. Her zaman olduğu gibi, meselenin aslı ve esasından çok günü kurtarıcı ve istikbâle dâir bir getirisi olmayan birçok “laf” söylendi. Bunun yanında, “kayda değer” diyebileceğimiz görüşler ve tartışmalar da gerçekleşti. Bu mevzuyu dillendirmemizin sebebi, televizyonda yayımlanan tartışmalardan birisinde “28 Şubat Mağduru” sıfatıyla konuşan bacılarımızdan birisi, Malatya’da maruz kaldıkları zulümleri ve o dönemdeki Allahsızlıkları sıralarken aniden “Başörtüsüne Özgürlük adı altında provokatif eylemler de yapılıyordu” mealinde bir şeyler söyleyiverdi. Aslında bu durum, bu bakış açısı o günden bu yana “İslâmî” adı altında hareket eden birçok insan ve kurumun zihniyetini yansıtması, şuuraltılarını açık etmesi bakımından önemli sanırız. Belki de, TV’deki bacımız eksik biliyordu, yanlış biliyordu yahut ta tam ifade edemedi; meselemiz şahıslar değil, hâdiselerin üzerinden mesele konuşmaya çalışmak altını çizelim.

 Burada “önemli” olan ve bizim dikkat çekmeye çalıştığımız husus ne? Bu mevzuya geçmeden evvel önce “İslamcı Camia” içerisinde medyası da içinde olmak üzere özellikle toplantı, gösteri, yürüyüş ve eylemlerde her zaman karşılaştığımız “Provokasyona gelmeyelim!” takıntısından mülhem “Provokasyon” kelimesinin tarif ve mânâlarına bakalım.

“Provokasyon: Fransızca Provocation (kışkırtma, tahrik). "Herhangi bir kişiye, gruba, kuruluşa veya devlete karşı girişilen ve onları sonradan ağır sonuçlar verecek bir karşı eylemde bulunmaya zorlayan, önceden tasarlanmış girişim. "Kelimenin karşılığı dilimizde zaten vardır: kışkırtma. Örnek: Ziyaretin kışkırtma olduğunu ileri sürdüler. Provokatör: kışkırtıcı. Provoke etmek: kışkırtmak…”

Bu kaba tarifin yanı sıra, “Kişileri veya toplulukları, bir fikre, bir amaca veya zihniyete karşı kışkırtmaya provokasyon denir. Ayrıca ikili diyaloglarda karşıdaki konuşmacıyı tahrik etmek de bu fiilin kapsamına girer. Provokasyon yapan kişiye ise provokatif denir. Bazı kişiler Fransızca kökenli provokasyon kelimesinin yerine İngilizce karşılığı olan provoke kelimesini de kullanmaktadırlar” diye onu mânâ bakımından biraz daha açıcı tarifler de var.

Tarif bakımından bizce onu iyi tanımlayan ve Ekşi Sözlükte geçen şu kelimeler “Provokasyon”u ve “Provokatör”ü daha anlaşılır kılıyor: “Provokatörün amacı sadece basit bir tedirginlik yaratmak değildir. Çoğu zaman, özellikle sanatta, provokatörün amacı provoke ettiği kişinin/kitlenin ikiyüzlülüğünü açığa vurmak, ona, "gerçek yüzünü" göstermesini sağlayacak kadar otokontrolünü kaybettirmektir.”

Görüldüğü üzere, sadece kelimeyi bilmek yahut o kelimenin karşılığını bilmek de yeterli olmuyor; aynı zamanda nerede, nasıl ve hangi amaçla kullanıldığına göre her kelime ve kavram değişkenlik arz eder. Bir annenin çocuğuna “öldürürüm seni!” deyişindeki maksat ile elinde tabanca olan bir adamın muhatabına bu sözü söyleyişinin arasındaki dağlar farkı kadar çeşitlilik vardır kelime-kavramlar dünyasında.

Böylelikle, herhangi bir kelime-kavramı bilmeden yahut gayesizce kullanmak, ancak o kavramı dikte edenlerin, ona kendi siyasetlerini ilerletici mânâ ve biçim yükleyenlerin işine gelir, faydasına olur.

Bizim gibi kavram ve kelimelerin havada uçuştuğu Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde ise en büyük problemlerden birisi, “kavram”ların özü bakımından ele alınmayışı, buna göre bir bakış açısı oluşturulamaması problemidir. Burada “problem” teşkil ettiğine inandığımız hususa dâir şunun altını çizmek gerekiyor sanırız: “kavramlar”ı kullanan, onlara mânâ ve biçim veren “hâkim güç” kim ise, genel-kamuoyu’nun kavramları kullanış biçimleri de buna göre şekil alıyor. Böyle olunca da, herkes içeriğine ve kullanacağı yere bakmadan (çoğu zaman kendi aleyhlerine olacak biçimde) bu kelime kavramları kullanıyor, yapıştırıyor, etiketliyor. Özelde bahsedeceğimiz bir mesele olmamasına mukabil, açıcı olmak bakımından söyleyelim ki propaganda, enformasyon ve dezinformasyon bahsinde kullanılan en mühim unsurlardandır bu mevzu; mesela, 11 Eylül Fedâ saldırıları sonrası “Sivil Kayıplar”a yapılan vurgulamalar, Türkiye’de Kemalist Rejim’e karşı 90’lı yıllarda yapılan eylemlere karşı “İslâmî” ve İslâm karşıtı medya’nın ağız birliği ile söylediği “provokasyon” vurgulamaları gibi…

Mevzumuza dönersek, Provokasyon’un Türkçedeki “kışkırtma” olarak tarif edilen tanımı üzerinden devam edelim. “Kışkırtma, kışkırtmak işi, tahrik, ajitasyon…” Sıralama bakımından “ikincil” olan bir tanım da şu: “Bir kimse ya da birçok kişileri suç işlemeğe iteleme, sürükleme, yöneltme.” Bunun yanında, “kümes hayvanlarını ürkütüp kaçırmak” gibi nahif tanımlamalar da var sözlüklerde. Ceza Hukuku’nda ise “Kışkırtma, bir kimseyi suç işlemeye yöneltme” diye bir tanımlama da yer bulmuş.

Şu tanımları da verirsek daha açıcı olur sanırız: “1. Kışkırtma. 2. mec. Duygu sömürüsü yapma. 3. mec. İnsanın zihninde ve duygu dünyasında sarsıntı yaratma. 4. tıp Çırpıntı. 5. esk. Yola çıkartma, hareket ettirme, kımıldatma.”

Tüm bu tanım ve tariflerden sonra ekleyelim ki, Arapça kökenli “teşvik” kelimesine karşılık “özendirme, kışkırtma” tanımları da kullanılıyor.

Şimdi asıl meselemize gelirsek,  herhangi bir kelime ve kavram gibi “Provokasyon” da kullanıldığı yere göre mânâsı değişen, kullanıldığı amaç doğrultusunda bir kalıba giren bir kavramdır. Meseleye bu gözle bakıldığında, Sokrat’ın Eski Yunan’daki mevcut kötü düzenin gidişatına dâir insanları “kışkırtma”sı, iyi-doğru-güzel olana doğru “hareket ettirme” si, “kımıldatma”sı, “teşvik” etmesi; bu şekilde gençleri “yoldan çıkartma” sına kim “yanlış!” diyebilir ki? Günümüzden misalle devam edersek, bugün, Sokrat’a yapılan suçlamaların aynı ile “gençleri yoldan çıkarttığı” için, Müslümanları hakikate davet ederek fikrinin kavgasını veren İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu için de, mücadelesi boyunca bu türlü yakıştırmalar-suçlamalar yapıldı. Söylediğimiz gibi, Allah Yolu’na doğru “kımıldama” ve “hereket etme”nin, ettirmenin kötüsü olmaz!

Görüldüğü üzere, “Provoke”nin yeri ve kullanılış biçimine göre mânâsı da değişiyor. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun İBDA hareketi’nin önünün kesilemez bir akış hâlinde ilerleyişini “Provokasyonlar da bize yarıyor” diyerek nitelemesini de buraya ekleyelim.

“İslamcı” camia içerisinde yıllarca “provokasyonlara gelmeyelim” yollu oluşan algı ise, rejim’in İslâmcı grup ve kuruluşlar içerisinde yaptığı provokatif hareketlerden yola çıkarak şahıs ve kurumları zapt-ü rapt altına almasının önüne geçmenin bir psikolojik bir dışavurumudur. Gerçekten de bu türlü provokatif hareketler dikkat edilmesi gereken, uyanık bir biçimde bertaraf edilmesi gereken hareketlerdir. Fakat bu mevzuun iki cepheli başka bir görüntüsü de vardır; ilki, Lâik-Kemalist düzene karşı zaten savaşmayan ve buna niyeti de olmayan insanların-“Müslüman”ların, kötü düzen içindeki rahatlarının bozulmasından korkarak kendi kavga kaçkınlıklarına kılıf diye attıkları bir nârâ olarak “provokasyonlara gelmeyelim”, ikincisi ise, karşı oluşunu “demokratik çerçeve” ile sınırlayarak başka hiçbir eylem, hareket, tavır almayan-alamayanların meşru (!) dâire içinde senelerce debelenmelerinin numarası ortaya çıkmasın diye attıkları bir nârâ olarak “provokasyonlara gelmeyelim”…

Netice olarak söylersek, bahsettiğimiz türlü bir şuur algısının maalesef devam ettiğine bazı gösteri, yürüyüş ve eylemlerde hâlen şahid oluyoruz; bu takıntıların artık terk edilmesi gerekiyor. Mevcut düzenin-sistemin yahut bilumum İslâm düşmanlarının provokasyonlarına elbette gelmemek gerekiyor ama, “düzen”in bekçiliğine soyunarak hâlâ “provokasyonlara gelmeyelim”  yollu düşünce tarzlarında kalmak, çağın gerisinde kalmak ve cehalettir.

Mevcut sistemin dezenformasyonu altında binbir türlü kötü işe provoke olunurken, hak yolu’nun, “Kurtuluş Yolu”nun çağrılarına karşı provoke olmak değil, olmamak “provokasyona gelmek”tir!

 Baran Dergisi 356. Sayı