Bu kitap, sadece bir M. Kemal değerlendirmesi değil, bir yalan tarih ve bir yalan ideolojiyi ortaya sermenin ve bunun üzerinden Batıcılık fikirlerini tesirlerini ve neticelerini kritik etmenin de eseridir.

Necip Fazıl’ın, malûm sebeplerden dolayı Türkiye’de basamadığı ancak Arap ülkelerinde dostları vasıtasıyla Arapça olarak yayınlattığı “Put Adam” kitabının Türkçeye tercümesi nihayet Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi, dağıtımı ise Küresel Kitap Yayıncılık tarafından yapıldı. Böylece Türk okurları tercüme yoluyla da olsa Necip Fazıl’ın Atatürk ile alakalı görüşlerini öğrenmiş oldu. Aslında Necip Fazıl’ın yakın tarihe bakışı ve Mustafa Kemal’in devrimlerini değerlendirişi malûm idi. Bilhassa Sultan Vahidüddin kitabında bu husus görülüyor idi. Ancak Put Adam ile Necip Fazıl doğrudan ve objektif bir şekilde projektörünü Mustafa Kemal’e tutuyor, bütün yönleriyle (duygu, düşünce, irade) ortaya koyuyordu. M. Kemal düşmanlığı yapmak değil, M. Kemal’in neye düşman ve neye dost olduğunu tesbit etmek ve ona göre okuyucunun kanaat sahibi olmasını istemek söz konusudur.

Put Adam kitabının Arap ülkelerine veriliş hikâyesi ise Derin Tarih dergisinin Mayıs 2016 sayısında anlatılıyor. Kısaca özetlersek: Kerkük doğumlu, siyasî ve entelektüel yönü olan Prof. Dr. Muhsin Abdülhamid, Üstad’la 1968 yılında İstanbul’da görüştüklerini ve 1970’lerin başlarında Üstad’ın Put Adam kitabını Bağdat’a uçakla gelerek kendilerine verdiğini, arkadaşı Mühendis Mehmet Ali Orhan’ın kitabı Arapçaya çevirdiğini ve Beyrut’taki Risale Yayınevi tarafından basıldığını anlatır. Ve Muhsin Abdülhamid bu kitap vesilesiyle şunu ifade eder: “Arap dünyası M. Kemal’in gerçek yüzünü Necip Fazıl’dan öğrendi.” Kitap “Er-Reculü’s-Sanem” (Put Adam) ismiyle ve Zabıt-ı Türkî Sabık (Eski Bir Türk Subayı) imzasıyla 1977 yılında Beyrut’ta basılarak bütün Arap ülkelerine dağıtıldı. Daha sonra defalarca baskısı yapıldı.

Kitabı Arapçaya tercüme eden Irak vatandaşı Mehmet Ali Orhan aslen Kerkük Türklerindendir. 2015 yılında Çengelköy’de vefat eder. 1980’lerde Cenevre merkezli Müslim isimli dergiye kitap ile ilgili mülakatı söz konusu imiş. Mehmet Ali Orhan, Arapça tercümenin önsözünde de görüldüğü üzere hassasiyeti olan muttaki bir Müslüman’dır. Saddam Hüseyin’in 1992 yılında tertip ettiği İslâm Halk Konferansı’nda delege olarak Bağdat’da bulunmam esnasında da bu kitabın orijinalini aramış ancak bulamamıştım. Daha sonra öğrendim ki, Mehmet Ali Orhan, Baas rejiminin baskısından dolayı bu kitabın Türkçe aslını yakmış. Almanya’da Esseyid Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin bir müridinin oğlunda kitabın aslının olduğuna dair rivayetler ise kesinlik kazanmadı. Ben de bir ara tercümesine niyet ettiğim bu kitapta ise görebildiğim kadarıyla Üstad’ın tezleri mükemmelen Arapçaya nakledilmiş ve Arapçadan Türkçeye tercümede de gerekli titizlik gösterilmiş. Her iki taraftan emeği geçenlere teşekkür ederim. Kerküklü din kardeşim Mehmet Ali Orhan’a da Allah’tan rahmet ve bu eserin onun için sadaka-i cariye olmasını dilerim. Yirminci yüzyılda gelenekle bağı kopmuş ve yepyeni bir sisteme ihtiyaç duyan İslâm fikir ve aksiyonunu yenileyen, başlatan ve mezarından bize seslenmeye devam eden Necip Fazıl’a da hassaten Allah’tan rahmet dilerim.

Necip Fazıl, Ulu Hakan isimli eserinde İslâm’ın baş muhabbet kutbu yanında baş nefret kutbunu da ortaya koyma borcunu ödeme imkânını vermesi için Allah’a dua etmiş idi. (Ulu Hakan Abdülhamid Han/s. 9) Bu kitabı ile de bu borcunu ifa ettiğini belirtelim. Daha doğrusu 70’lerde ifa ettiği bu borcun, İslâm inkılabının dayanak noktası olan Anadolu okurlarına doğrudan ulaşması bugün (Temmuz 2019) gerçekleşti.

Bu kitap, sadece bir M. Kemal değerlendirmesi değil, bir yalan tarih ve bir yalan ideolojiyi ortaya sermenin ve bunun üzerinden Batıcılık fikirlerini tesirlerini ve neticelerini kritik etmenin de eseridir.

Bu kitapta izlenen metod tamamen karşıtlarının tezleriyle onları kuşatmanın yoludur. Antitezinden davayı ispat etme metodu da diyebiliriz. M. Kemal’in Nutuk, Şevket Süreyya Aydemir’in Tek Adam, Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya kitabı ve benzer hatırat esas alınmış, onların iddialarına da ağırlıklı yer vererek itiraflar ve çelişkiler gösterilmiş, hak ve hakikat kutbu kuvvetlendirilmek istenmiştir. Dr. Rıza Nur’un hatıratına yer vermesi ise seçmeci bir metodla ve onun hissî tarafını eleyerek, şahidliğine yer vermek şeklinde olmuştur. Yani sadece Rıza Nur’a dayanmamıştır. Sonuç bölümünde de kısaca da olsa bir değerlendirme yapılmıştır. Dediğimiz gibi tamamen objektif kıstaslarla ve tarihî vakalarla mevzu işlenmiş, yorum yanlışları ve abartıların ise yine tarihî vakalarla doğrusu gösterilmiş, karşı tarafın maksadları yine onların kaynaklarından ispat yöntemiyle vuzuha kavuşturulmuştur. Ancak şen’î bir fiil söz konusu olduğu zaman ağır kelimelere mecburen başvurulmuştur. Ayyaşa ayyaş, sefihe sefih demek gibi. Bu eserde M. Kemal’in rezilliklerine yer verilmesinin sebebi, M. Kemal’in siyasî bir şahsiyet olması ve eserin biyografi tarzında olmasındandır.

Kitap, Bandırma Vapuru hikâyesiyle başlar. Bugün artık itiraf edilen Kemalist yalan tarihi tek tek ayıklanır. Kitapta işlenen bazı konular: M. Kemal’in kendisi de kabul ettiği üzere (Çankaya, F. Rıfkı Atay) Ali Rıza’nın öz babası olmadığı, M. Kemal’in askerlik hayatındaki öne çıkma hırsı, deli denecek kadar cesaretli biri olan Enver Paşa’yı kıskanması, aslan elbisesi giyen tilki oluşu, İttihat ve Terakki içinde olup ikbal yolları için muhalefet etmesi, I. Dünya Savaşı yenilgisi ve İttihatçıların tasfiyesi üzerine kendine doğan fırsatı değerlendirmesi, Sultan Vahdettin’in biraz da çaresizlikten ona güvenerek Millî Mücadele’nin başına geçirmesi, İngilizlerle I. Dünya Savaşı’nda başlayan dostluğunu ve Lozan’da onlarla anlaşıp hilâfeti kaldırmasını ve birçok önemli mevzuu kitapta bulabilirsiniz. Bilhassa bir mütefekkir gözüyle olayları değerlendirmesine, vakaların üzerindeki mânâ ve maksadları yakalamasına ve terkibî hükümler vermesine dikkat etmeliyiz. Zira tarih vak’alar posası değildir.

Suriye’de Yıldırım Orduları başarısızlığı üzerine, orduyu bırakıp cebinde bilet alacak kadar bile parası olmadan İstanbul’a döndüğü iddia edilen M. Kemal’in, aslında hangi yoldan alındığı bilinmez cins Arap atlarını satarak İstanbul’a cepleri parayla dolup taşarak döndüğünü kitaptan öğreniyoruz. Hatta Cemal Paşa bu atları 5 bin altın liraya sattığında bunun 3 bin altın lirasını M. Kemal’e göndermiş. Bununla beraber Kemalist tarih, Alman generali Falkenhayn M. Kemal’e sandıklar dolusu altın göndermiş ancak o bunları kabul etmemiş, bu da onun dürüstlüğüne misalmiş gibi uydurma masallara başvurur. Bunları anlattıktan sonra kitapta şu soru yöneltilir: “Malûmdur ki bu komutan, yani Mustafa Kemal, İslâm âleminin Türk halkına gönderdiği yardımlara, desteklere ve hediyelere el koymayı kendisine daimi şiar edinmiş bir kişidir. Böyle bir şahıs, sandıklar dolusu altını nasıl kabul etmeyip geri çevirebilir?” (Put Adam, s. 70) Burada Hindistan Müslümanlarının hilâfet merkezi diye yolladığı yardımları özel sermayesi yaparak İş Bankası’nı kurması ve öbür usulsüzlükleri kastediliyor.

Suriye Cephesi’nde M. Kemal’in İngiliz Komutan Allenby’e yarayacak şekilde harekât yapması ve ona koridor açması iddiaları yanında, mütarekeden sonra İstanbul’a gelen Allenby, M. Kemal’in Musul’a komutan atanmasını ister. Keza Millî Mücadele yıllarında da Lord Curzon’un kardeşi Rawlinson’un askerî planlarına uygun talimatları M. Kemal’in yollaması üzerine İstiklâl mücadelesinin samimî ve öncü kahramanlarından Kâzım Karabekir Paşa bunları hayretle karşılayıp uygulamadığını hatıratında açıkça bahseder.

İngilizlerin Anadolu’da Millî Mücadele esnasında doğrudan bir cephe açmadığı ise malûm. Bir tane İngiliz askerine kurşun sıkılmamıştır tüm İstiklal Harbi boyunca. Aksine İngilizler, Sakarya savaşından sonra güya “tarafsızlık ilkesi” doğrultusunda Yunanlılara yardımı kesmişlerdir. Lord Curzon'nun ve Amerikalı temsilciler Joseph Grew ve Amiral Bristol'ün Lozan'da özel görüşmeler esnasında İ. İnönü'ye, Türkleri ve Türkiye'yi İslâm'dan tam uzaklaştırın sizin iktidarınızı tanıyalım! dediği hem Lozan'da Batı hukukuna geçileceği sözlerinden hem de bir çok komutanın hatıratından mânâ olarak anlaşılmaktadır. Lozan ile alakalı yabancıların hatıralarında ve hatta tutanaklarda bunları aslında ayan beyan görebiliyoruz. Kâzım Karabekir’in, Rauf Bey’in ve öbür zevatın hatıratında bu hususu tesbit etmek zor değildir. Zaten bu husus neticesi itibarıyla ispatlanmıştır. İşin doğrusu Kemalistler de böyle bir kırılma noktasının yaşanmadığını çok iddia etmemektedirler. O zamanın süper gücü İngiltere’nin Lozan’da taviz vermesi düşünülemez. İngilizler yenilmedi ki Lozan’da alınan tavizlerden bahsedilsin. M. Kemal, Millî Mücadele boyunca zaman zaman İngilizlere düşman, Bolşeviklere dost politikalar da izledi. Ancak yanaşacağı limanı önceden gözünü kestirmiş idi. İngilizler bir çok ordu kumandanını tutuklamış iken M. Kemal’e dokunmadılar. M. Kemal, İngilizlerin hizmetine uygun bir komutandı ve her iki taraf da bunu biliyor ve ona göre davranıyordu. “Bir ilmin yanlışı müntehasında belli olur.” hesabı, işlerin neticesinden de bu husus görülebilir. M. Kemal’in İngilizlere düşmanlık besleyen biri olduğunu kim iddia edebilir? Türk ordusunu Bakü’den çıkarıp İngilizlerin önünü açması (İngilizlerin mandası olmamak için kendilerine özgürlük vadeden Bolşeviklere esir olmalarının önü böyle açıldı), 1923 yılında bile Musul’u elinde tutan Türk birliklerinin zorla geri çektirilmesi ve böylece İngilizlerin Musul’u almalarının sağlanması, vs.

Kitapta da anlatılan şu önemli hususu (aslında kitaptaki bütün mevzular ehemmiyet arz ediyor) nakledelim:

M. Kemal başlangıçta Anadolu’ya geçip risk almak istemiyordu. Şu bilinen bir gerçektir ki, M. Kemal, Millî Mücadele’ye sonradan dahil olmuştur. Kâzım Karabekir, Cafer Tayyar, Sakallı Nureddin Paşa, Mersinli Cemal Paşa ile Çerkez Ethem gibi öbürleri Millî Mücadele’yi hazırlar ve Anadolu’da kendinden zuhur hâlinde müdafaa-i hukuk cemiyetleri kurulurken M. Kemal Şişli muhitlerinde yaşayıp saraydan makam kapma peşinde idi. K. Karabekir hatıratında, İnönü’yü Anadolu’ya geçme yönünde ikna etmeye çalıştığını anlatır ve Mustafa Kemal’in İstanbul’da boşuna oyalandığını belirtir.

Üstad Necip Fazıl bu eserinde, Atatürk’ün ifadelerinden kendisini çözer. M. Kemal, kurmay yüzbaşı diploması aldığında arkadaşlarına söylediği şöyle bir söz var: “Çocuklar şimdi her birimiz bir Osmanlı paşasının yanına gideceğiz. Bütün İslâm âlemi gaflet içindedir. Olanca kaynaklarımızı Anadolu’da toplamalıyız.” (Çankaya, F. R. Atay, s. 32) Bu sözde saklı olan ve çoğumuzun gözünden kaçan hususu ise Put Adam’ın müellifi Necip Fazıl şöyle açığa çıkarır: “Burada dikkat edilmesi gereken nokta Mustafa Kemal’in, ‘Osmanlı paşalarının yanına gideceğiz.’ sözleridir. Bu sözü bir yabancı veya mürted dışında kimse söylemez.” (Put Adam, s. 47)

Hakikaten bu söz, kendi ordusunu, devletini seven bir insanın sözü olamaz. Mesela, günümüzde Harbiye’den mezun olan bir subayın arkadaşlarına, “şimdi Türk subaylarının emrine gireceğiz!” diye sızlandığını düşünelim. İnsan, bu kişi için “gayr-ı Müslim mi, ecnebi mi?” diye kendine sormamazlık edemez.

Yine kitapta M. Kemal’in Nutuk’taki şu ifadesine yer veriliyordu: “Osmanlı hükümetine, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lazım geliyordu.”

Necip Fazıl bu ifadelerin ardından şu yorumda bulunuyordu:

“Müslümanların halifesi” diyor... Sanki yabancı bir dil kullanır gibi, “barbarların lideri” der gibi bir ifadeyle... Bu tabirle kendini Müslümanların dışında tutuyor ve tertiplenecek olan isyanın Müslümanların aleyhine yani İslâm’a karşı olduğunu da gizlemiyordu.” (Put Adam, s. 115)

Bu ifadelerin devamında Necip Fazıl, M. Kemal’in bu sözünü yerine getirmediğini bilakis “halifeyi ve sultanı kurtarmak” gayesiyle orduyu ve milleti yanına aldığını ve gücü eline geçirince de tersini yaptığını belirtir. İki yönlü aldatmacaya dikkat çeker. Düşman olsa bile insanda dürüstlük ve kendi davasında samimiyet aramak borcundayız, der. Yoksa bu kişinin saygınlığı kabul edilmez. Atatürk önce camiye gidiyor, sonra İslâm’a ve onun değerlerine savaş açıyor. Zira kendisinin bir ideali, bir davası da yoktur. Kemalizm diye ifade edilse bile Atatürkçülük bir ideoloji değildir. İslâm’dan nefret etme ve Batı’yı taklid etmenin bir psikolojisidir. Onun için değer tanımaz bir nesil doğurmuş, hiç bir sanat, medeniyet ve kültür inşa edememiştir. Atatürk’ün önce camiye sonra din karşıtlığına koşmasına bir siyaset de demek mümkün değildir. Zira kendi davasında samimi ve ihlaslı bir şahıs bunu yapmaz. Kendisi reformist de sayılmaz, tam bir oportünisttir (fırsatçıdır). Bu hususta Put Adam eserinin müellifine kulak verelim:

“Şöyle ki Avrupalı reformist kahramanlar, dinsiz Fransız İhtilâli’nin kahramanları ve Komünist ihtilâlciler kendi davalarının başarısı için kiliselerde mum yakmadılar.” (Put Adam, s. 136)

M. Kemal kafasında ister hak, ister batıl olsun bir proje olan, bir ıslahat fikri olan birisi değildir. Mevcuda karşı olması ise kendi nefsini öne çıkarmak içindi. Bu fırsatı hilâfet rejiminde bulsa idi ona da sahip çıkabilirdi. Yani kendisini putlaştırmak için mevcudu eleştiriyordu, yoksa bir fikir, eleştirici sistem ve reform sahibi değildi.

Bütün dava ahlâk, asıl dava bu... Ahlâkın ve samimiyetin olmadığı yerden hayır çıkmaz! Hangi fikirde olursa olsun!..

Eserde anlatılan bir başka husus: Sakarya Meydan Muharebesi’nin galibi M. Kemal değil, alt rütbelerdeki Türk subayları ve doğrudan Türk askeridir. Çünkü M. Kemal geri çekilelim der ve Kayseri’ye gitmek için eşyasını denk edip toplar. Subaylar ise devam eder, Fevzi Çakmak Atatürk’ün ricat emrini dinlemez ve zafer gelir. (Put Adam, s. 181-198) M. Kemal önce ayak dirediği sonra kabul ettiği başkomutanlık vazifesinden istifade ile Sakarya zaferinden dolayı meclisten gazi unvanı yanında dört milyon lira istiyor. Başkalarına borçlu olduğu başarının faturasını millete ödetmek gibi bir ahlâkî zaaf. Başarıya doğrudan kendisi sebep olsa bile böyle bir bedel istemesi ahlâkî zaaf iken bu yüzsüzlüğe ne demeli? Meclis, bir milyon liraya düşürmesine rağmen, yüz vermez, talebini reddeder.

Nutuk kitabı, Atatürk’ün silah arkadaşlarına (Kâzım Karabekir, Ali İhsan Paşa, Nureddin Paşa vb.) mahalle ağzıyla ağır hakaretlerle doludur. “Hayır, sen yapmadın, tam tersine ben yaptım!” ağzıyla tek adamlığını ilan ediyor. Ahlâk, vefa, dürüstlük vb. özellikler görülmeyen birinin halk kahramanı olması mümkün mü? Bir kahramanlık varsa sahte kahramanlık demek gerekiyor.

Kitapta da işlenen şu mevzu hangi derekeye düşürüldüğümüze bir misal olduğu için bana ilginç geldi. Nakletmek istiyorum. Şöyle ki: İsviçre Medenî Kanunu aynen kopyalanıyor. Onlarda da süt kardeşle evlilik yasak olduğu için kanun bu şekilde geçiyor. Sonra bunun İslâm’a benzediğinden hareketle “matbaa hatası” diye bu maddeyi kaldırıyorlar ve gâvurdan daha gâvurluk yaparak süt kardeşle evliliği meşrulaştırıyorlar. Maymunvarî Batı taklidçiliğinin ötesinde düşülen bir hal, esfel-i safilin-sefillerin en sefili bir hâl... “Gâvurdan daha gâvur!” diye bir tabir var. Kemalist inkılaplarda da böyle özellikler var... Tarihte benzeri yok... Bir millet bu kadar alçalamaz.

İsviçre Medenî Kanunu’nu tercüme edenlerden biri olan Adalet Bakanı Mahmut Esat’ın meclis kürsüsünde Kur’an’ı “çöl kanunu” diye vasıflandırdığını da hatırlatalım. Kâzım Karabekir’in hatıralarında geçtiği üzere, M. Kemal de “Araboğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur'an'ı Türkçe’ye tercüme ettireceğim” (Kâzım Karabekir Anlatıyor, s. 94.) ifadesini kullanıyor. Yine yabancı bir hanım gazeteciye verdiği mülakatta, “bütün dinleri okyanusun dibine gömmek istediğini” beyan ediyor. (Grace Ellison, Today Turkey, s. 24.)

Eser dokuz bölümden oluşuyor. Altıncı bölüm, “Fevkalade” İnkılaplar-Türk Milletinin Kökünü Kazıma Girişimi başlığını taşıyor. Bu bölümde şapka inkılabı, medenî kanun ve lâiklik, Latin alfabesi ve diğer hadiseler inceleniyor. Latin alfabesine geçiş hakkında şu hadiseyi kitaptan aktaralım: “Harf inkılabından dolayı İstanbul’a gelen Amerikan Talim ve Terbiye Profesörü Dugi der ki: ‘Türklerin eski harflerini kaldırıp atması, kendi hesaplarına, Amerika’nın bütün madenlerinden mahrum olmasından daha ağır bir kayıptır.” (Put Adam, s. 271)

Bütün bunlardan sonra hiç bir Müslüman’ın Mustafa Kemal’i sevmesi düşünülemez. Zira o, tam bir maddeci ve Batı medeniyeti sevdalısı olup, İslâm’dan ve hassaten Allah Resûlü’nden nefret eden bir zat idi.

Kitapta üzerinde durulan başka önemli bir mevzu ise, Lozan’da Türkiye hahamlarından Hayim Naum’un oynadığı role dikkat çekilerek hilâfetin kaldırılması üzerine anlaşma sağlanmasıdır. Halkın iradesi ve bütün dinî değerleri (buna iktisad da dahil) M. Kemal’in iktidarı ve kurulacak Batıcı ve pozitivist Cumhuriyet rejim uğruna feda edilmiş idi. Üstad’ın tesbitiyle, “maddi kurtuluş uğruna mânâda esaret.” Zira bir milleti millet yapan onun değerleridir, kültürüdür, ümid ve idealleridir. Bunlar gittikten sonra ortada yığın kalır, cesed kalır. Ruhsuz beden ne işe yarar?

Lozan konferansından (Temmuz 1923) üç ay sonra cumhuriyet ilan edildi, ondan dört ay sonra hilâfet kaldırıldı. İngiliz parlamentosu ise hilâfetin kaldırılmasını bekledi ve ondan sonra Lozan anlaşmasını onayladı. Put Adam kitabında “Lozan Tiyatrosu” (Put Adam, s. 236-239) ifadelerinin geçtiğini de hatırlatalım.

Lozan konferansı sonucunda, İngiliz (Batı) güdümünde laik (İslâm karşıtı) bir rejim kurulmuştur. Bu rejim hiç bir zaman Batı’nın çıkarlarına karşı gelmemiştir. İsrail’i ilk tanıyan Müslüman ülke olurken, Cezayir’in bağımsızlık ilanını en son tanıyan ülke olmuştur. Ancak, milletin iktidarı zorlaması ile Batı güdümünden yavaş yavaş çıkılmıştır ve şu an Türkiye’de olan siyasî kavganın temelinde ise İslâm-Batı çatışması vardır. Bunun için yakın tarihi, Abdülhamid’den itibaren iyi bilmek zorundayız. Üstad’ın bu mevzulara el atması tarihçi olduğundan değil, kurtarıcı mütefekkir olduğundandır. Yerine göre de tarihçinin yapamayacağı tahlil ve tesbitleri yapar, evraktaki tahribatları bile gösterir. Çünkü mevzu, kuru tarih malumatı mevzu değil, fikirler ve ideolojiler kavgasıdır. Hırs sahibi ve Batı kuklası olanlar ile ahlâk sahibi olan hür şahsiyetler arasındadır. Gelin görün ki bu kavgada zaman zaman yalancı ve ahlâksızlar da galip gelebilir. Dünyada şu an Amerika ve Batı emperyalizminin sürmesi gibi. Zaten dünyadaki emperyalist hakimiyetle Osmanlı’nın yıkılışı ve Türkiye’nin şu anki durumu arasında yakın ilişki vardır. Türkiye, İslâm âlemi demek, İslâm âlemi ise dünya dengesi demektir. Türkiye’de olan kavga evrenseldir, dün İngiltere dikte ediyordu, bugün Amerika. Ancak tarih tersine dönmek üzeredir; Türkiye asırlık hesaplarını sormak ve tarihteki soylu yerini almak vazifesi üzerindedir. Tarih bizi bu hesaplaşmaya sürüklemektedir. Şuurunda olsak veya olmasak, bu hesaplaşmayı istesek veya istemesek de bu kaçınılmazdır.

Kısaca Put Adam eseri, Necip Fazıl’ın vefatından şu kadar yıl sonra (36 yıl) Türk okurlarına ulaşmış son eseridir diyebiliriz. Mutlaka okunmalıdır.


Baran Dergisi 655. Sayı

01.08.2019