Kimi zaman olur ya, bir badireden çıkmak için ne kadar çabalarsan o kadar batarsın, hani bataklık gibi… Şimdi o misâl, Yahudi ve Batı âlemi, Müslümanları dinlerinden uzaklaştırıp kendi küfür düzenlerine entegre edebilmek için ardı ardına yeni strateji, proje, planlar geliştiriyor, büyük bir maharetle uygulamaya da koyuyorlar; fakat işin sonunda, müntehasında tüm bu girişimler dönüyor Müslümanların işine yarıyor. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun 1990’lı yıllarda “provokasyonlar da bize yarıyor” dediği veçhile, sahneye koydukları senaryolar, giriştikleri aksiyonlar ve kurdukları tuzaklar, cereyan eden mucize çapındaki hadiseler vesilesiyle bir bir dönüyor ve bize yarıyor.

Arab Baharı gibi Tunus’tan başlayarak Anadolu’ya kadar uzanan ve Müslüman coğrafyasını teslim alarak global sisteme entegre etmek üzere hazırlanmış bir plan bile dönüp dünya çapındaki İslâmî mücadeleye yakıt olabiliyor.

15 Temmuz’u ele alalım meselâ… Senelerce burada hem dışarıdan desteklenmiş ve hem de devlet eliyle beslenip, büyütülmüş bir organizasyonun, sergilediği performansın final sahnesinin tam tersi bir amaca hizmet edip, Üstad Necib Fazıl’ın dizelerinde geçtiği üzere, “Kal'anın burcunda çakar işaret; Millet, dalga dalga bayrağa gelir” misâli bir işaret fişeğini tutuşturabileceği, senelerdir uyuyan bir devi uyandıramaya vesile teşkil edeceğini kim kestirebilirdi? Kim kestirebilirdi bilemeyiz; fakat bu planı yapanların kestiremediği kesin.

Arab Baharı’nın Suriye ayağıyla devam edelim. Suriye’yi parçalamak ve Türkiye’yi İslâm âleminden tecrit etmek için kurgulanan ve işin başında Türkiye’deki iktidar içindeki işbirlikçilerin de dâhil olduğu bu planın, Türkiye’nin asırlar sonra dışa doğru uzanan ilk filizi “Anadolu Dalı”na vesile olacağını kim hesab edebilirdi?

Sonra Irak… 1991’den beri ele geçirilmeye çalışılan; fakat bağrını düşmana açtığı hâlde gönlünü bir türlü kimseye teslim etmeyen Irak… Amerika başta olmak üzere bütün bir Batı âlemi tarafından Yahudi Devleti’nin güvenliği için işgâl edilen; fakat bu işgâlin üzerinden daha 20 sene bile geçmemişken içinden ne çıkacağının kestirilmesi mümkün olmayan, pandoranın kutusuna dönen Irak. Yine Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine de sarktığını ve bölgede şimdilik 19 tane askerî üssü olduğunu da unutmamak gerek.

Suriye ile Irak belki bir nebze de, Libya’ya ne demeli? Kaddafî’yi devirmek için NATO harekete geçerken, bu hamlenin arkasındaki siyasî ve askerî zekânın tasavvurunda, sizce Türkiye’nin Libya’da söz sahibi olacağına dair en küçük bir ihtimâl belirmiş midir?

Bunlara ilâveten Katar, Sudan, Yemen ve daha diğer birçok ülkede şeklen olmasa bile ruhen birbirine benzer sahneler, hadiseler…

Bundan 20 sene evvel Mossad’ın sınır ötesinde yaptığı operasyonlar, bizim memleketteki gizli inançsızlar için hayal bile edilemez ve tabiî olarak hayranlıkla seyredilirken, bugün Türkiye’nin Yahudi Devleti’nin istihbarat operasyonu yaptığından çok daha geniş bir coğrafya ve daha çok noktada askerî operasyon gerçekleştiriyor olması elbette ki içeride ve dışarıda rahatsızlık doğuracaktır.

İçeridekinden, yâni gizli inançsızdan, âleni kâfir soyundan ve kuyrukçudan başlayacak olursak… Allah Resûlü Mekke’ye girdiği ve Kâbe’nin içindekiler başta olmak üzere putları yıktığı vakit müşrikler ne hissetmişse, bunlar da senelerdir zihinlerinde putlaştırdıkları Batı’nın gün be gün çöküşü ile bu esnada sergilediği acziyet karşısında aynı travmayı yaşıyorlar. Neresinden baksak büyük bir trajedi. Anadolu ve İslâm âleminde birlik sağlanır, bütün bu coğrafyada farklı dil, renk ve milliyetten insan bir potada eritilir de; müşrikler, yaşadıkları ve yaşamaya devam edecekleri travmadan sonra nasıl yeniden topluma kazandırılırlar, inanın büyük bilmece. Şimdi böyle söyleyince kategorize edip hemen aklınıza kodamanları, kemalistleri, jakobenleri, kafatasçıları getirmeyin, Ak Parti’nin içindeki AKP’de de bunlardan çok var.

Ve bu tiplerden yalnız Türkiye’de yok tabiî. Devlet-i Aliyye’nin yıkılmasından sonra nasıl ki Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda bu zihniyet hâkim kılınmışsa, Osmanlı bakiyesinde kurulan bütün ülkeler de bu anlayışın hâkimiyetine teslim edilmiş. Bu zihniyeti hâkim kılmak kadar devamlılığını sağlamak da mesele tabiî. Mısır’da Hüsnü Mübarek’in halk ayaklanması neticesinde devrilmesinden sonra yapılan seçimleri Muhammed Mursî’nin kazanmasıyla umduğunu bulamayan Batı-Yahudi ittifakının, Mısır ordusundaki işbirlikçilerini sahneye sürerek darbe yapması ve ardından Sisi’yi Cumhurbaşkanı yapmaları malum. Bugün Libya’da, Türkiye tarafından desteklenen Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin Halife Hafter karşısındaki ilerleyişi durdurmak noktasında mayın

eşekliği vazifesi Sisi’ye tevdi edilmiş bulunuyor. Görünürde Suudî Arabistan ile BAE, arka plandaysa Yahudi tarafından adeta bir sirk köpeği gibi oynatılan Sisi, UMH’nin Hafter karşısında inisiyatifi ele aldığı ve ilerlemeye başladığı günden beri durmadan açıklamalar yapıyor.

18 Mayıs günü Vatiyye Hava Üssü’nün düşmesiyle beraber önce Mısır ordusuna “Hazır Ol” talimatı veren Sisi, bu hamlesinin bir karşılığı olmadığını görünce önce 6 Haziran’da “ateşkes” çağrısında bulundu ve 8 Haziran tarihinde ise yayınladığı “Kahire Bildirgesi” ile Libya genelinde yine kabul görmeyen bir ateşkes çağrısında bulundu. UMH’nin Hafter’e karşı ilerleyişinin durmak bir yana hız kazandığının görülmesinden sonra, 20 Haziran tarihinde bu kez Libya sınırına yakın Mısır hava kuvvetleri birliklerine ziyaret gerçekleştirerek, bu sefer orduya “hazırlıklı olun” talimatı verdi. Yine bu ziyaretler esnasında “Libya’nın Sirte ve Cufra cebhe hatlarını kırmızı çizgisi” olarak gördüğünü duyurdu. Suudî Arabistan, BAE ve Bahreyn Mısır’ın bu açıklamasına destek verdi. Bununla beraber Mısır’ın her gün sıra sıra çöle dizilen zırhlıların yeni fotoğraflarını basına sevk etmesi ve 2020 senesinde bunun hâlen bir caydırıcılığının olduğunu düşünüyor olması ise ibretlik.

Libya ile Mısır fiilen olmasa bile resmen 1977’den beri aslında savaş hâlindeler. 1977 senesinin 21-24 Temmuz tarihleri arasında Mısır’lı Enver Sedat’ın Yom Kippur mağlubiyeti ve sonrasında izlediği Yahudi ve Amerika yanlısı siyaset ile Muammer Kaddafî’nin kurulması için büyük çaba sarf ettiği Arab Birliği fikrine karşı durmasının neticesinde Dört Gün savaşı yaşanmıştı. Dönemin Cezayir Cumhurbaşkanı Huari Bumedyen ve Filistin Kurtuluş Örgütü Lideri Yaser Arafat’ın çabaları ile ABD’nin baskısı üzerine Enver Sedat, tek taraflı ateşkes ilân etti. Kaddafi ateşkesi resmen kabul etmese de bir süre sonra askerlerini Mısır sınırından çekti. Yâni anlayacağınız üzere Mısır ile Libya arasında başlamış, tarafların çekilmesiyle durmuş bir savaş var; fakat her iki tarafın da üzerine imza attığı bir ateşkes metni yok. Dolayısıyla fiilî olmasa bile aslında iki ülkenin savaş hâli de facto olarak resmen sürüyor. Yahudi ve Batı “şey”si Sisi, yaptığı bu açıklamaların nereye gideceğinin, ne anlama geldiğinin de şuurunda değil. Tıpkı selefi lâik kuyrukçu Enver Sedat gibi Mısır’ı Libya ile yarım kalan savaşı sürdürmeye zorluyor; fakat bu sefer karşısındaki Libya’nın yalnız olmadığını unutuyor.

Fransa’nın Libya ile alâkalı açıklamaları, Türkiye’den Libya’ya giden kargo gemisine müdahale etmeye kalkması ve karşısında Türk donanmasını bulunca gidip NATO’ya ağlanması falan hiç şaşırtıcı değil, bilâkis anlaşılabilir. Düşünsenize, daha yüz sene evvel neresinden kessek, neresinden bölsek diye gözleri ve ayakları bağlı bir şekilde İngilizlerle beraber kurbanlık koyun gibi önlerine yatırdıkları bir memleket kalkıyor ve itaatsizlik ettiği gibi bir de düşmanca tavırlar sergileyebiliyor. Onları anladık da Mısır’ı nereye koyacağız? Geçtiğimiz haftalarda İstanbul ve Ayasofya ile alâkalı da Mısır’dan “işgâl” minvalinde bir açıklama gelmişti hatırlayacak olursanız. Sisi, iktidarını korumak için uşaklığın, köleliğin ve kuyrukçuluğun destanını yazıyor.

Yazımızın girişinde ortaya koyduğumuz, ne yapsalar dönüyor bize, Müslümanlara yarıyor iddiası ile bugünkü Mısır, Suudî Arabistan ve BAE’nin durumu birbiriyle çelişiyormuş gibi görünüyor değil mi? Bilâkis, bugün büyük güçler ile direkt karşılaşmak yerine, onlara vekâleten hareket eden bu tepesi kâfir gövdesi ise Müslüman ve son kertede ocak kızıştığında bizden tarafa düşmesi mukadder olan memleketlerle sürdürülen diyalektik ilişki Türkiye’nin menfaatinedir. Geçtiğimiz haftalarda Kürt meselesinin çözümü ile alâkalı olarak işaret ettiğimiz kavim taassubuna çözüm getirmek meselesi aynı zamanda Arabların Türkiye’ye karşı kullandığı kavim asabiyesine de çözüm getirmekle alâkalıdır ki, nerede birlik sorusuna verilecek “doğru” bir cevab, çözülmez sanılan birçok sorunu adeta Gordion Düğümü’nü kesip atmak gibi bir tesir meydana getirecektir.

Yine bununla beraber, Mısır’da ve Türkiye’de, Türkiye’nin dış siyasetine karşı duranlara, Türkiye’nin Libya’da, orada, burada ne işi var diyenlere bakılarak görüleceği üzere, kuyrukçu-işbirlikçi düzenler yıkılmadan küfür düzeni de yıkılmayacaktır.

Zamanın ruhu, Türkiye ve Müslüman coğrafyasını adeta yeni bir “oluş” için terbiye ediyor. Kumandan’ın “Hicrî 1400 Gergini” diyerek işaret ettiği 1440 yılı itibariyle cereyan eden hadiselere baktığımızda görüleceği üzere, sanki görülmez bir el, içinde fert ve toplum meselelerinin hâlli ile mazlum milletlerin intikamının saklı olduğu kripteksin şifresini çözüyor.

Baran Dergisi 702.Sayı