Teknolojiye bağımlı olarak ortaya çıkan sinema; varlığından itibaren teknolojik gelişim, toplumsal normlar, tarihi ve kültürel katkı ile sürekli değişen, gelişen, dönüşen; fakat hala tam olarak ne olduğu bilinmeyen, daha doğrusu hiçbir yere ait olmayan bir tür olarak karşımızda durmaktadır. Gerçekle sahtenin, doğruyla yanlışın, iyiyle kötünün, güzelle çirkinin bir arada, birbirine karışmış olarak; sahteyi gerçek, yanlışı doğru, kötüyü iyi, çirkini güzel veya tam tersi göstermenin, bu algıyı oluşturmanın bir aracıdır sinema.

Her ne kadar 90 öncesinde de görülse bile, 90 sonrası bilgisayar teknolojisi ile birlikte sinemanın dijitalleşme süreci başlamış olmaktadır. Bir nevi sinemayı, bilgisayar teknolojisi yahut bilgisayar çıkışlı programlar kabuğundan çıkarmış yahut uyuyan canavarı uyandırmıştır. Böylece anlatının yerini görsellik almış ve gerçeklikten kopma başlamıştır. Sinema artık kendi içindeki sınırlamalardan soyutlanmış, dijital-film teknolojisi bağlamında yeni boyutlar kazanmıştır. Bir taraftan teknik ve senaryo anlamında gelişirken diğer taraftan ise üzerine fazla kafa yorulmamış filmlerin de piyasaya girmesi sağlanmıştır.

Prof. Dr. Rıdvan Şentürk, “Sinemada Dijital Dönüşüm”(1) isimli eserinde teknik bir icat olan ve göbekten teknolojik gelişimlere bağımlı olan sinemanın kendine özgü geleneksel bir dil inşa edemediğini, her defasında köklü biçimde dönüştüğünü ve dönüşmeye devam edeceğini ifade eder. Bu dönüşümü yazar, modernizmden teknolojizme uzanan evreye bağlar; bununla beraber sinemadaki analog düzenden dijital düzene geçiş de başlamış olur. Modernizmin inşa ettiği insan ruhundan ziyade madde odaklı yapı, toplumları bu minvalde şekillendirmesi, sinemayı da ruhun inkarına götürür ve maddenin baş tacı edilerek insanın kaba bir yük haline gelmesi hususunda önemli bir rol oynar. Modern süreçte hızlıca sekülerleşen insanın, teknolojinin hayatına girmesiyle aklı onun emrine vermesi ve teknolojik ağlar tarafından yönetilmeyi kabul etmesi de kaçınılmaz olur. Jean Baudrillard’ın tabiriyle bizi tehdit eden unsurlar olarak karşımızda durur. Görüntü dünyasını bütün olabilirliklerin otomatik biçimde sapması olarak gören Baudrillard, şunları söyler: “Bunun adı sibernetiktir, yani metne, görüntüye, bedene, bir anlamda içeriden, kafadan, genetik kodla ya da tedavi cihazlarıyla oynayarak komut vermek. Zaten, metnin ya da görüntünün bu ideal performans fantasması, bu durmaksızın düzeltme olanağı, ‘yaratıcı’da, kendi nesnesiyle karşılıklı etkileşimin yarattığı bir baş dönmesine sebep olur, ama bu baş dönmesi, kendi olanaklarının teknolojik sınırlarına dek gidememenin getirdiği sıkıntılı baş dönmesidir aynı zamanda. Aslında (sanal) makine size konuşmaktadır ve sizi düşünmektedir.” (2)

Rıdvan Şentürk, teknolojizm karşısında insanın kendi varlık hakikatine yabancılaşmış biçimde yapay zekâ düzeyine indirgendiğini söyler. Mutlak ölçü olarak kabul gören ve her yere hâkim pozisyonda bulunan teknolojizm, kendisiyle yabancılaşan insanı da yine kendisiyle yabancılaştırarak sibernetik bir organizmaya dönüştürür. Nitekim Şentürk, “Siber-uzay ve siber-seks alanlarında yapılan deneyler, vücut kimliğimizi kendisiyle değiştirebileceğimiz bir tele-beden oluşturmayı ve nihayet bedenimizi muhtelif perspektif ve toplumsal tecrübeler gereğince, diğer görüntü biçimleriyle hızlı ve telaşlı, ileri-geri hareket ettirmeyi amaçlamaktadır: Böylece gerçeklikle, potansiyel gerçeklik arasındaki nispetlerin, kesin olarak değiştirilebileceği bir durum söz konusudur. Günümüzde vücutlarımız sürekli artan biçimde, mikro-organizmalarla nüfuslandırılmakta ve bilgisayar destekli nano-teknolojilere raptedilmektedir. İnsan ve makine arasındaki ayrım çizgisi, bedene doğru kaymaktadır.” diyerek insanın tamamen şuurlu bir varlık olmasından çıkarıldığını ifade eder.

Sinema da böyle bir konumda ağzını açmış vaziyette “yitirilmiş nesne”yi bekler. Nitekim Şentürk, eserinde sinema filminin icat edilmesiyle birlikte, gözün tamamen pasif hale getirildiğini, tabiatı gereği görmek için hareket etmesi ve eylemde bulunması gereken gözün, sadece kendisine gösterilene bakmakla yükümlü tutulduğunu, sinema filmleriyle birlikte bakışın ilk defa zamanın süreksizliği üzerine kurulmuş mekânsal parçalanmışlığın montajlanmış ve dizayn edilmiş efektine dönüştüğünü ve bu süreç takip eden teknolojik gelişmelere uygun biçimde devam edildiğini aktarır. Baudrillard’a göre ise eskiden sinema ve (kendine özgü tekniğin çılgınca kullanımı da dâhil olmak üzere romanesk, mitik, gerçek dışını kapsayan) düşsel arasında canlı, diyalektik, dopdolu ve dramatik bir ilişki varken, günümüzde sinema ve gerçek arasındaki ilişkinin tam tersi sayılabilecek negatif bir ilişki biçimine dönüşmüştür. Çünkü hem gerçek hem de sinema özgünlüklerini yitirmiştir. (3)

Yazara göre sinema, sadece algının gerçekle bağını koparan değil, aynı zamanda günlük insanın gerçekliğini kurguya dönüştüren telematik bir dünyanın hiçbir yüceliğine gönderme yapmayan işaretler sistemine dahil olmaktadır. Küçük parçacıklar arasında montajlanmış efekte dönüşen gerçeklik gibi vücudu da parçalara bölmekte, kişiliksizleştirilmekte, cinsiyetsizleştirilmekte ve göreceleştirilmekte, nihayet bedenin gerçekliğini ahlaki değerlerden mahrum bırakmaktadır.  

Bizi “hareketler dünyası”yla kuşatan sinema için Şentürk, eserinde şu tesbiti yapar:

“Sinemanın sektörel varlığını sürdürebilmek için, 1895 yılındaki doğuşundan günümüze kadar, estetize edilmiş kaygıdan, korku/şiddet duygularından ve erotizmden beslendiğini söylemek hiç de abartı olmayacaktır. Nitekim son dönemlerde gösterime giren filmlerin büyük bir çoğunluğunda korku, şiddet ve erotizmin sürekli artan bir oranda iç içe geçmiş olması, bu görüşü doğrulamaktadır. Ayrıca sinema filmlerinin, seyirci kitlesinin alanını genişletmek ve beslenme kaynaklarını çeşitlendirmek amacıyla çatışma, korku, kaygı ve gerilim kültürüne dayalı anlatımlarının içine kadınları ve özellikle çocukları da çekmeyi başardığı görülmektedir.”

İnsanın teknolojizmden dolayı dünyadaki bunalımı her geçen gün artarken, sinema bu bunalımı daha da depreştirmektedir. Yazar “Sinemada Dijital Dönüşüm” eserinde yerini bulamayan sinemanın sonraki evrelerinin bir tür hologram sineması olabileceğini, beyaz perdenin yerini bunun alacağını şöyle anlatır:

“Hologramın sözde fizik-ötesi gerçekliği kazanmış üç boyutlu müstakil varlıklarının, kendi gerçek zaman ve mekânda, parçalanmış gerçekliğin montajlanmış efektlerinin ve siber-uzayın estetizelerotize edilmiş tele-bedenlerinin, bedensel gerçeklik vurgusunun desteklenmesine ve mistifikasyonuna/ezoterikleşmesine hizmet eden ses/müzik örneklerinin meditasyonuna dalmış seyircinin, yalnızca şimdiki zamandan, gerçek ve mümkünden ibaret ilkel dünyaya karışması muhtemeldir. Hologram teknolojisinin toplu seyir mekânlarından ziyade, ev ortamında özel seyir imkânı sunması, belki günümüzün televizyon izleme pratiğini dönüştürecek biçimde gelişmesi dahi mümkündür. Anlaşılan, günümüzde daha çok nostaljik bir striptiz unsuru olarak varlığını sürdüren yırtık perde, tamamen yıkılacak, Hacivat ve Karagöz’ün işaret ettiği üzere, seyircinin gerçeklik, zaman ve mekân algısı, hakikat inancı ve maneviyatı yeniden viran olacakmış gibi gözükmektedir. Fiziki gerçeklikten dijitale, dijitalden nano-teknolojik ve belki de nano-fotonik bir evreye geçişe işaret eden bütün bu gelişmeler, belli ki sadece sinemanın anlamını ve işlevini değiştirmeyecek, belki daha çok ferdiyet/toplumsallık ilkesinden, sayılabilir bireyselliğe/toplama ve nihayet tekilliğe geçişi tecrübe eden günümüz insanının ve çevresinin transformasyonu sürecine eşlik edecektir.”

Her ne kadar sanat dallarının insanı etkilemesi, tesiri altına alması ve insanı yönlendirmesi bir gerçek olsa da yazara göre sinema kısacık ömrü olan 120 yıllık bir tarihiyle, yürüyeceği yolu seçmekte kararsız davranmış, bir türlü ihtiyaç duyduğu istikrarı yakalayamamıştır. Hiçbir sanat dalında olmadığı kadar değişime maruz kalan sinemanın sanattan sayılamayacağını Şentürk, sinemanın ilk doğuş yıllarından itibaren çeşitli sanat dallarının altına girerek türlere ayrılmış olmasına; tüm sanat dalları kendi gelişim ve değişimleri ile kendi geleneksel çizgilerine nispetle tecrübe edip tarihselleşirken, sinemanın bu şekilde nispetini kuramadığına, teknolojinin etkisinde olmasına bağlar.

Kısacası Şentürk eserinde, sinemanın doğuşunu, analogdan dijitale geçişini, türlerini ve bilgisayar teknolojisiyle beraber türlerinin melez bir yapıya büründüğünü, sinema tarihi boyunca geçirdiği evreleri, modernizmden teknolojizme uzanan değişim ve dönüşüm sürecini ele alır.

Zamana hâkim olan sinemanın çözüme kavuşturulması konusunda her ne kadar tafsilatlı bir alternatif önerisi bulunmasa da bu çözümün bunalımın olduğu yerde aranması gerektiğini hatırlatır ve çözüm olarak da alternatif bir bilimsellik ve teknoloji anlayışı tesis edilmesi, insanlığın hakiki özgürlük ve ahlaki yücelik değerlerinin günümüzün bilimsellik anlayışına hâkim teknolojizme rağmen savunulması ve bu ölçüde ihya edilmesi gerektiğini belirtir.

Kaynak

  1. Sinemada Dijital Dönüşüm, Prof. Dr. Rıdvan Şentürk, Pruva Yayınları, 2020
  2. Tam Ekran, Jean Baudrillard, Yapı Kredi Yayınları, 2004
  3. Simülakrlar ve Simülasyon, Jean Baudrillard, Doğu Batı Yayınları, 2011

Aylık Dergisi 206. Sayı Kasım 2021