Hicrî 1435 senesinin Ramazan’ını idrak etmeye hazırlandığımız şu günlerde, bâtılın, eninde sonunda yenilmeye mahkum olduğu savaşın bir muharebesini daha kaybettiğini bize gösterdiği için Allah'a hamd ü senâlar ediyoruz. İslâm Coğrafyasında yaşananlar bize gösteriyor ki, artık Batılılar ve kuklaları bu topraklarda keyiflerince hüküm süremeyecekler. Bugün, Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan dengelerin, çizilen sınırların, kurulan sunî rejimlerin yüzüncü yılına yaklaştığımız şu günlerde Batı tarafından dizayn edilmek istenen “Büyük Doğu Coğrafyası”ndaki tüm sunî dengeler altüst olmuştur. Ve bu öyle bir altüst oluştur ki, artık Batı tarafından yapılacak yamayla, müdahaleyle yeniden Batı’nın arzuladığı çizgiye geri dönmenin mümkünü yoktur…

Sunî Dengeler

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, İslâm Âleminin bir sancak altında toplanmasının önüne geçmek için İngiltere ve Fransa marifetiyle Büyük Doğu Coğrafyası sunî sınırlarla bölündü ve bölünen sınırlar içerisinde kayıtsız şartsız Batılı efendilerine boyun eğmiş sunî rejimler inşa edildi. Türkiye, Irak, Suriye, Ürdün, körfez emirlikleri, Filistin ve bilhassa İsrail bu topraklar üzerinde kurulmak istenen sunî dengelerin tezahürlerinden başka bir şey değildir.

Sunî rejimleri misâllendirmeye, Türkiye’den başlamak icab eder. İslâm Âleminin bir sancak altında toplanması, birlik olması noktasındaki tek kurum olan Hilâfeti tasfiye etmek ve Anadolu’nun şanını, şerefini, izzetini borçlu olduğu İslâm ile milletimizin bağlarını kopartmak üzere tezgâhlanan Kemalizmi hatırlayalım. Merkez olan Anadolu’da kurulan rejimin teslim edildiği zihniyet buradan anlaşılıyorsa, diğer ülkelerde rejimin teslim edildiği zihniyeti varın siz hesab edin.

Çizilen sunî sınırlar, rejimler, iktidarlar ve sömürülen yer altı ve üstü kaynaklarıyla beraber iğdiş edilen idrakler. Plan buydu, böl-parçala-yönet… İngilizler, o zaman için bu işlerde çok mahirdiler…

Batının Altüst Oluşu

Tekâmül bahsi önemli; gerek fert planında gerekse devlet planında tekâmül…

Batı Âlemi, teknolojik yenilikleri bir kenara bırakacak olursak, İkinci Dünya Savaşı ve özellikle soğuk savaşın sona ermesinin ardından orijinal bir dil, anlayış, ahlâk ve fikir ortaya koyamadı. Hayatın dinamizmine mukabil Batı’nın statik hâli, bir süre sonra lehine olan işleri de aleyhine çevirdi.

Devlet-i Aliyye’nin üzerinde şekillendiği Büyük Doğu Coğrafyası… Birinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği tarihten beri kukla rejimlere ve işgalcilere kan kusturan, bir ateşi söndürdüm zannederlerken diğer bir yerden tutuşan, onu bastırdıklarında diğer söndürdük sandıkları ateşin yeniden harlandığı bu topraklar, küfür ve küfrün işbirlikçisi rejimleri bir türlü kabullenemedi. Geçtiğimiz sayıda kaleme aldığımız yazıda bu durumu “toprak kabul etmiyor,” esprisiyle bağlamıştık hatırlarsanız. Batılılar, geldikleri noktada yüzyıldır ellerinde olan askerî, siyasî ve ekonomik inisiyatifi kaybetmiştir. Artık denklemler onların istedikleri gibi kurulmamakta, askerî güçleri bir işe yaramamakta, sunî rejimler dağılmakta ve bedavadan ucuza sömürülen topraklarda pabucun pahalı olduğu ayan beyan ortaya çıkmakta.

Askerî Bakımdan

Savaşılan bir ordunun askerî gücü ve askerî gücüne yönelik olarak yaptığı propaganda ne kadar güçlü olursa olsun, savaş sahada kazanılıyor. Amerika, 1991 senesinde Irak’a yönelik olarak canlı yayında gerçekleştirdiği hava saldırısının dehşetiyle siyasetteki elini kuvvetlendirmeyi umarken, İkinci Dünya Savaşı’nda Hiroşima’ya attıkları atom bombasından sonra meçhul olan askerî gücünü deklare ederek kafalardaki heyula imajını sarsmıştır. İlerleyen yıllarda Afganistan ve Irak işgâli döneminde gerçekleşen karşılıklı çatışmalarla da seneler boyu gizlediği sıradanlığını afişe etmek durumunda kalmıştır. Bugün gelinen noktada, özellikle Irak’taki Amerikan kuklası rejime karşı başlayan savaş son derece farklı metotların denendiği, başarılı bir taktik ve strateji içeriyor. Batı’nın Irak’ta gerçekleştirdiği işgâlin, direniş grublarının yeni savaş metotları geliştirmesine vesile olduğunu söyleyebiliriz.

Yeni metodu, konvansiyonel savaşın konvansiyonel olmayan savaş ile sentezlenmesi şeklinde tanımlayabiliriz. Irak özelinde İzzet İbrahim El Durî’nin komutasında savaşan ordunun benimsediği metoda en uygun tarif budur. Batı, İslâm Âlemini işgâl edip yok etmenin hesablarını yaparken, yeni ve karşısında hiçbir düzenli ordunun tutunamayacağı derecede etkili bir savaş metodunun geliştirilmesinin vesilesi olmuştur. İktisadla alâkalı kaleme aldığımız yazılarda piyasa ilkelerinin Batı tarafından belirlendiğini ve bu ilkeler dâhilinde ekonomik olarak Batı ile mücadele edilemeyeceğini defalarca yazdık, çizdik. Savaş da aynı şekilde. Savaşın ilkelerini kim belirliyorsa savaşı o kazanır. Irak’ta bugün savaşın ilkelerini İzzet İbrahim El Durî belirliyor ve bu savaşı onun kazanması önünde hiçbir engel yok. Allah onu ve ordusunu muzaffer kılsın…

Savaşın metodu noktasında işin teferruatına girmeye lüzum yok, takib edenler ne demek istediğimizi anlamışlardır. Hatta şunu da ekleyelim, İzzet İbrahim El Durî’nin ordusunun Bağdat’a yaklaştığı haberleri geliyor ya, benimsenen metod çerçevesinde aslında Bağdat düşmeye başladı da, daha kimsenin haberi yok. Unutmadan, bugün Irak’ta icad edilen savaş metodunun önünde durabilecek yegâne güç “şehadet şuuru”dur ki, ne Batı ne de işbirlikçisi Şiîler böyle bir şuurdan yana nasipsizdirler. İbda'nın "kendinden zuhur diyalektiği" prensibinin güzel bir misali oluyor Iraklı Müslümanların yeni savaş stratejileri. 

Altüst oluş başlığı altında Batı’nın askerî inisiyatifi elinden kaçırdığını söylemiştik. Evet, Batı Büyük Doğu Coğrafyasına asker indirmek gafletinin bedelini ödüyor ve ödemeye de devam edecek. 

Siyasî Bakımdan

Batı’nın insanlığa sunabileceği gıbta edilecek bir ahlâkı, dünya görüşü, huzur ve refahı olmadığı için siyasî bakımdan olmazsa olmazı askerî güçtür. Senelerdir, İkindi Dünya Savaşı esnasında Hiroşima ve Nagazaki’ye attıkları atom bombasından hâsıl olan dehşetten ötürü inisiyatifi eline alan ve bu denkleme göre siyâseti şekillendiren Amerika'nın liderliğindeki Batı Âlemi, maddî, manevî ve insanî bakımdan büyük bir maliyetle işgâl ettiği Irak’ta kurduğu nizamın 10 sene bile dayanamamasıyla beraber siyasî inisiyatifi de elinden kaçırmıştır. Iraklı Müslüman savaşçıların Irak’ta yürürlüğe koydukları yeni stratejinin Batılı güçler üzerindeki caydırıcılığını da hesaba katacak olursak, artık ipler Batı’nın elinden kaçmıştır. Yine siyasî bakımdan çizilen sunî sınırların ortadan kalkması, kukla rejim ve iktidarların tutunamayışı, Türkiye gibi model seçtikleri bir ülkede, Kemalist anlayışın temsilcilerinin cumhurbaşkanlığı seçimine aday olarak bir Müslümanı göstermek zorunda kalmış olduklarını hesaba katacak olursak, Batıyı bundan sonrası için hiç de iyi bir istikbâlin beklemediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. 

Ekonomik Bakımdan

1980’li yıllarda dünyada meydana gelen çeşitli değişimler, pazarların genişlemesi ve Çin’in mevcud piyasa denklemine dâhil olmasıyla beraber nefeslenme fırsatı bulan Batı ekonomisi, bugün yeniden uçurumun kıyısına yanaşmaktadır. Bugün hâkim oldukları trilyon dolarlık işlem hacimleri olan piyasaların yarısından fazlasının sanal olduğunu da hesaba katacak olursak, Batı’nın yeni ve çözümsüz bir Büyük Buhran’a doğru savrulduğunu söylemek herhâlde hayalperestlik olmayacaktır.

Batı siyasetinin hâkimiyetinin şekillenmesinden en az askerî gücü kadar hayatî olan ekonominin bu içler acısı hâli, Batı’nın içinde bulunduğu çöküş devresinin son demlerinde olduğunun sinyallerini vermektedir. 

Sonuç Olarak

 Tüm bu manzaraya baktığımızda, yine geçtiğimiz sayı keleme almış olduğumuz yazıda da belirttiğimiz üzere şartların Türkiye’yi tarihî misyonunu üstlenmeye zorladığını görebiliyoruz. Ne var ki Türkiye, mevcut rejimi, devlet anlayışı, Batı medeniyeti ve İslâm geleneği arasında sıkışıp kalmış toplumuyla böyle misyona hazır değil. İşte, tam da bu noktada Büyük Doğu-İbda’nın üstlendiği emir subaylığı vazifesinin ne mânâya geldiği daha net bir şekilde ortaya çıkıyor. Bir birliktelik mihrakında olmazsa olmaz olan ferd ve toplum meselelerine getirilen çözümlerdir ve bu çözümler eşliğinde insan gibi, insanca yaşayan topluluğun diğer topluluklar için özenilen olmasıdır. 

Hak ile Bâtıl arasındaki savaşta ibrenin artık Hak istikametine, bizim istikametimize döndüğü artık tartışmasız şekilde görülebiliyor. Bu durum biraz da mukadder oluş gereği… Öyleyse bugün bize düşen mukadder oluşun bizi zorladığı şartların gereğini yerine getirmektir. Sunî dengeler, rejimler, iktidarlar ve anlayışlar bir bir yıkılıp mekân “Mutlak Hakikat” muhatabının tecellisine yer açarken, bize düşen, kendimizden başlayarak Başyücelik Devleti’nin inşasına başlamaktır.

Hicrî 1435 senesinin Ramazan ayını idrak etmeye hazırlandığımız bugünlerin bizce mânâsı budur ve “iş” bitmek bir yana dursun, daha yeni yeni başlamaktadır. İnşallah Ramazan ayı bunun idrak edilmesinin ve şuurlaşmasının vesilesi olur. 

Baran Dergisi 389. Sayı...