Cumhuriyetin resmî ideolojisi olan Kemalizm’in tarih anlatısını muhasebe etmek isteyen tarihçilerimiz meselâ hıyanet-i vataniye meselesi özelinde şunu yapmalılar: Vatan nedir? Evvela vatan kavramının müphemlikten ve istismardan kurtulması gerekir.

Siyasî ve kültürel bir dönüşüm yaşayan ya da yaşatılan, tabir caizse deri değiştiren her toplumda “yeninin kabulü için eskinin zemmi” tavrı, doğal bir refleks olarak ortaya çıkar. Yeni getirilen teklif ve düzenin hızla benimsenmesi için eskinin ne denli kusurlu ve necis olduğu farklı vesilelerle ve defaatle ilan edilir. Söz konusu zem bazen bir şahıs, bazen bir makam, bazen bir müessese, uygulama ya da devlete dahi uygulanabilir. Sosyal hâdiselerin taze olduğu dönüşüm ânlarında, dile getirilen tüm eleştiri ve tenkitlerin hakikate muvafık olup olmadığını tespit ve takip etmek mümkün olmayabilir. Fakat üzerinden hatırı sayılır bir zaman geçtikten sonra bu eleştiri ve tenkitleri yeniden ele almadan yaşamak, dönüşen bir toplumun tarih şuurunu mahveden ve işbu sebeple gelişmesine de takoz koyan bir saik olup bir kısım problemlere sebebiyet verebilir.

Devlet-i Aliyye’den Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş dönemi tam da işaretlediğimiz üzere siyasî ve kültürel mânâda keskin bir dönüşümün yaşandığı vetiredir. Cumhuriyetin kurucu kadrosu, kuvâ-yi milliyenin muvaffakiyetle çıktığı Millî Mücadele’den sonra iktidar koltuğunu ele alan ve Osmanlı’ya son veren kimseler oldu. Yani Devlet-i Aliyye gitti, yerine yeni Türkiye Cumhuriyeti geldi. Fakat bu dönüşüm yalnızca siyasî bir dönüşüm olarak kalmadı. Kurucu kadronun inkılâpçı politikaları -herkesçe mâlûm olduğu üzere- Anadolu coğrafyasındaki kültür vasatını baştan ayağa değiştirmeye çabaladı. Kılık kıyafetten dinî hayata, lisan ve alfabeden takvim ve saat uygulamalarına, hilafetin ilgasından Türk musikisinin kısıtlanmasına kadar, hayatın hemen her şubesinde halka bir değişim ve dönüşüm yaşatıldı. Elbette anılan inkılâpların içselleştirilmesi adına belli propaganda, istismar, manipülasyon, mübalağa gibi yollara tevessül edildi. Çünkü eski alışkanlıklarını, âdetlerini, değerlerini hatta inançlarını arkalarında bırakmaları istenen halka, onların ne merdut ne nahoş işler olduğu en kestirme surette anlatılmalıydı.

İşte yakın tarihi bize uzak kılan fahiş hatalar da böylelikle tedavüle girmeye başlamış oldu. Kurucu kadro tarihe kendi cephesinden resmî bir dokunuş yaparak; Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişi Osmanlı’nın zemmiyye, saltanatın kaldırılmasını sultanların liyakatsizlik ve hatta hainlikleriyle, hilafetin ilgasını halife ve hilafet makamının tenkidiyle, kılık kıyafet kanunlarının kanıksanmasını eski tarzın demodeliğiyle, alfabe ve lisan değişimini beynelmilellikten uzak oluş ile, dinî uygulamalara müdahale ve dinî hayata tecavüzleri muasırlaşmak ve Türkleşmek cereyanları ile izaha çabaladılar. Tabi söz konusu çabaların pek çoğu resmî tarihe muvafık olsa da tarihin hakikatine uygun değildi.

Şimdi artık, yaşanan tüm bu hâdiselerin üzerinden bir asır geçmişken, tarihe hâlâ o kaotik dönüşümlerin tazeliği ve hissiyatı içerisinde yazılan resmî sunumlarla bakmaya çabalamak, yakın tarihi bizden uzaklaştırmaya ve onu tanınmaz, anlaşılmaz, istifade edilmez kılmaya devam ediyor. Bugün adına ister tarihimizle yüzleşmek ister tarihimizle barışmak diyelim, her alanda bir resmî tarih muhasebesine ihtiyacımız acil ve elzem. Resmî tarih muhasebesi neden elzem, bunu tüm konular üzerinden bir yazıda arz etmek muhal fakat burada fikir sunması açısından bir konu üzerinde durmak istiyorum: Resmî tarih anlatısına muhatap olan herkes bilir ki, Vahdeddin “vatan haini” olarak anılan bir Osmanlı sultanıdır. Osmanlı’nın son demlerinde şeyhülislâmlık makamında bulunan Mustafa Sabri Efendi de bu anlatıda “vatan haini” olarak karşımıza çıkar. Hâkezâ son şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah Efendi bu söylemin “vatan haini” olarak andığı bir başka isimdir. İttihad ve Terakki’nin mühim simalarından Hafız Hakkı Paşa’nın “vatan haini” listesinde yer aldığını hatırlatabiliriz. Listeyi daha da uzatabiliriz elbette ama şimdilik son olarak Şeyh Said’in de azılı “vatan haini” kadrosunda zikredildiğini belirtmekle iktifa edelim.

Hıyanet-i vataniye suçu isnad edilen isimlerin her birinin durumu ve kendilerini vatan haini kıldığı iddia edilen suçlar pek tabi ayrı ayrı mütalaa edilmeyi gerektiriyor olsa da bizim niyetimiz onlara yönelik vatan hainliği iddiasını tartışmaktan ziyade, bu tartışmanın artık sağlıklı bir zemine taşınması için gereken şeyi ifade etmektir. Cumhuriyetin resmî ideolojisi olan Kemalizm’in tarih anlatısını muhasebe etmek isteyen tarihçilerimiz meselâ hıyanet-i vataniye meselesi özelinde şunu yapmalılar: Vatan nedir? Evvela vatan kavramının müphemlikten ve istismardan kurtulması gerekir.

Bir toprağı vatan kılan değerler nelerdir? Ardından da işbu değerlerin muhtevasının konuşulması gerekir. Mezkûr değerlerden yoksun olan bir toprak parçası hâlâ vatan mıdır? Toprak parçası ile vatanı birbirinden ayıran, vatan adına vazgeçilemez değerler hangileridir? Tarihçilerimizin, sosyologlarımızın, entelektüellerimizin bu suallerin cevaplarını Müslüman Anadolu insanına, onların inancına, kültürüne, tarihine muvafık bir surette vermeleri gerekir. Bir Müslüman için vatanın İslâm ile münasebetinin ne mânâya geldiğini izah da bu meyanda kaçınılmazdır. Meselâ, bir Müslümanın İslâm’ın hükümferma olmadığı Amerika gibi bir ülke adına savaşması vatan müdafaası, bundan geri durması vatan hainliği midir? Değilse, İslâm ahkâm ve ahlâkını tedavülden kaldırmaya çabalayan, dinî müessese ve hayatı sekteye uğratmaya gayret eden yani Müslüman bir beldeyi Amerikalaştırmaya azmeden bir oluşum ve hareketi sezdikten sonra bundan sakınmanın, ona iştirak etmemenin “İslâm’ın hükümferma olmadığı Amerika adına savaşma” misalinden ne farkı vardır? Bu sualler soğukkanlılıkla cevaplanmaya başlandığı zaman görülecektir ki; kahraman zannedilen bazı kimseler hain, hain zannedilen bazı kimseler ise hakiki kahraman çıkacaktır.

İslâmî ölçüler dikkat-i nazara alındığında görülür ki, bir Müslümanın vatanı dârü’l-İslâm yani İslâm’ın câri olduğu topraklardır. Müslümanın mücadelesi, dârü’l-İslâm’ın sınırlarını muhafaza yahud genişletme adına gerçekleşir. İslâm’dan vazgeçiş nâmına hareket eden bir zümrenin güç kazanmasına salık verecek bir mücadele Müslümanın içinde olacağı bir mücadele değildir. Bu bağlamda Mustafa Sabri Efendi’nin, Osmanlı’yı ekarte ederek, hilafet ve ahkâm-ı dinîyeyi iptal gücü yakalamaya çabalayan kimselere iştirak edilmemesi düşüncesi “vatan hainliği” değil, dindarâne vatanperverliktir. Nitekim korktuğu başına gelmiş, kurtulan ancak toprak parçası olurken, bir toprağı vatan kılan değerlerin hemen tamamı tasfiyeye uğramıştır.

Hâkezâ Şeyh Said-i Nakşî’nin kıyamı da hıyanet-i vataniyeden ziyade muhabbet-i vataniyedir. Çünkü bu hareket de kendisine isnad olunan “İngiliz ittifakı” şaibesinden tamamen uzak olarak, samimi bir Müslüman tavrıyla zuhur etmiştir. Ortada vatana ihanetten değil, ihanet edilen vatana sahip çıkma azminden bahsetmekten gayrı yol yoktur.

Resmî tarih tasdik etmese de hakiki tarih bir gün herkesin nazarında tebellür edecektir. Ve o gün tarih, insanları resmî tarih masalları ile uyutanları, hakikati bilip de korkanları, tarihi sabote edip sulandıranları da gerçek hainler listesine dâhil edecektir.

Aylık Baran Dergisi 24. Sayı Şubat 2024