İbrahim Kalın Bey’in son kitabı “Açık Ufuk”… İbrahim Kalın sanattan da pay sahibi olan zaman zaman da bu karakterini ortaya seren bir şahıs. Bundan önce de kültür dünyamıza eserleriyle katkı sağlayan İbrahim Kalın, bu kitabıyla bizleri düşünce yoluna koyulmaya teşvik ediyor. Yunan, Doğu ve dolayısıyla İslâm geleneğine yaslanarak günümüz dünyasına ışık tutuyor. Yazıdaki kalın işaretli ifadeler bize ait, gerisi İbrahim Kalın’a… Bazı yerleri iktibas ederken, hatırımdan geçen kısa şeyleri paylaşacağım. İbrahim Kalın’dan heybemize aldıklarımızı paylaşma arzusu ile derleme yaptık. Kitap için değerlendirmemizi daha sonraya bıraktık. İbrahim Kalın’a teşekkürler…

“İnsan kalp hakikatinde mündemiç ruh ve nefs kutupluğuna nisbetle kelime anlamı itibariyle de bu iki zıddı bünyesinde bulundurur. İnsan lafzı birinci yoruma göre kelimenin kökeni ‘üns’tür... Üns, insanın başka varlıklarla ünsiyet halinde olması halini ifade eder. Ünsiyet tanımak, tanışmak, bilmek ve sevmek ve kabullenmek. İkinci yoruma göre ise insan kelimesi nisyan kelimesinden gelir. Nisyan, unutmak demektir ve zikrin hatırlamanın zıddıdır. İnsan Rabbiyle yaptığı hakikati unuttuğu için ona bu ad verilmiştir. İnsan unutan varlıktır. Bu durumda insanın dünyadaki en önemli amacı unuttuğunu hatırlamak ve kaybettiğini bulmaktır.” Buraya ilaveten şunları söylemek istiyorum: “İnsan aynı zamanda hakikati perdeleyen ve gizleyenlerle velhasıl unutturanlarla da mücadele etmelidir. İnsan unuttuğunu ancak kendini, varlığı ve Rabbini idrak ederek hatırlayabilir.”

“Şeyh Darkavi, ruhun halini çarpıcı biçimde şöyle tasvir eder: ‘Nefs, uçsuz bucaksız bir şeydir; bütünüyle kozmostur, çünkü onun kopyasıdır. Alemde bulunan her şey nefste mevcuttur. Şu halde nefsinin efendisi olan, tüm alemin efendisi olmuştur. Keza nefsinin kölesi olan tüm alemin kölesi olmuştur. (…) Varlık nasıl dinamikse, insanın ruh coğrafyası da her an hareket halindedir. Düşünmek bu coğrafyayı keşfe çıkmaktır. Düşünen canlı olarak insan ancak kendi iç coğrafyasını keşfettiği oranda canlıdır ve hayattadır. Diğer tüm gezintiler birer avuntudan ibarettir. İnsanı insan yapan düşünme eylemi, varlık içindeki yerimizi ve ruh dünyamızı anlamaya yöneldiğimiz zaman anlamlı olur.

Aristo, ‘Düşünme faaliyeti yaşamaktır.’ derken haklıdır. Nasıl nefes almayan bir beden yaşamıyorsa, düşünmeyen bir zihin de ölüdür.

Nasıl bedenimizi canlı ve sağlıklı tutmak için almamız gereken tedbirler varsa, zihnimizi ve kalbimizi canlı ve temiz biçimde izlememiz gereken tedbirler vardır. Nasıl bulaşıcı hastalıklar fiziki temas ile insandan insana geçerse, kötü düşünceler ve hisler de akılların ve ruhların teması ile bir kişiden bir kişiye geçebilir. Bağışıklık sistemi zayıflamış bir beden nasıl kötü virüs ve bakterilere karşı korunaksız ise; iyi, güzel ve doğru ile kuşanmamış bir akıl da her an hasta olmaya açıktır. Yunan tapınağı Delphi’nin girişindeki ‘Kendini bil!’ sözü, ‘Neyi bilmeliyim?’ sorusunu cevaplar. Evreni, dört unsuru, ahlakı, özgürlüğü, ideal yönetim modelini, siyaseti, adalet, sanatı, ekonomiyi ve başka şeyleri bilmenin nihai amacı, insanı kendini bilmesidir. Bu bilgi insanı kamil, ahlaken erdemli kılar. Bizi mutluluğa ulaştırır. Mutluluk, bu dünyadan öte aleme uzanan bir tamlık halini ve tatmin duygusunu ifade eder.

Klasik düşünürlere göre akıl ve erdeme dayanmayan mutluluk, kalıcı olamaz. Haz, gelip geçicidir. Kolayca tüketilen bir duygudur. Derinlikten yoksundur. Bilmek ve kendini bulmak suretiyle mutlu olmak, bütün hazların ötesinde daimi bir itminan ve mutluluk halini ifade eder. Bu yüzden Eflatun, ‘Nasıl mutlu olabilirim?’ diye soranlara, ‘İyi ol mutluluk peşinden gelir’ diye cevap verir. Seneca’ya göre hakikat diyarından sürgün edilen kişiye mutlu demek mümkün değildir.”

Burada söze girmek istiyorum: “Peki iyi nedir? İbda ölçülerinden iyi, doğru ve güzelin menşei Allah ve Resûlü’nün ölçüleri... Bizim için doğru olmayan şey güzel de değildir. Bu yüzden dünya görüşümüz kalıpları aşıcı eskimez, solmaz ve pörsümez hakikati nihai hedef olarak gösterir. İyiyi mi istiyorsun? Allah ve Resûlü’nün öğrettiği. Doğruyu mu istiyorsun? Allah ve Resûlü’nün bildirdiği. Güzeli mi istiyorsun? Allah ve Resûlü’nün gösterdiği. Bir şey söyleniyorsa, o söylenilen şeyin hakikati sisli perdeler ardında kalmadan mutlak hakikate nisbetle apaçık ortaya seriliyor. Yolda basılması gereken yerler ve işaretler tek tek gösteriliyor. Adım atmakta tereddüte mahal bırakmıyor. Nefsinin tuzağına yakalanmışsan o başka...”

“İnsanı materyalist bir sistem olarak açıklamaya çalışan bilimciler hayatı mutluluğa, mutluluğu da haz duygusuna indirgerler. İnsan ontolojik olarak kendisinden daha aşağıda olan bir şeye bağlanarak değil, daha yüksek bir varlığa ve değere tutunarak kendini bulabilir.

Batı düşüncesi içinde Sokrates, ‘Kendini bil’ çağrısına kulak veren bilge filozof tipinin ideal figürüdür. Zira o akıl ve erdem yoluyla insanlara iyi, güzel ve mutlu bir hayatın nasıl elde edileceğini gösteren kişidir. Sokrates, ‘Tek bildiğim bir şey bilmediğimdir.’ dediğinde bunu sadece ironi olarak ifade etmez. Epistemik tevazuunun ötesinde bir başka hakikati işaret eder: Bilmek ve bulmak bitimsiz bir yolculuktur. Sokrat ömrü boyunca her şeyi sorgulamış ve ancak hesabını verebildiği fikirleri savunmuştur. Yunan toplumunu uykusundan uyandırması gerektiğine inanan Sokrates bu yüzden kendisinin ‘at sineği’ olduğunu söyler. Uyuşuk, tembel, kendini beğenmiş ve vurdumduymaz bir toplumu her an iğneleyerek uyandırmaya çalışan bir uyarıcıdır. Bilgisini parayla satan Sofistlere ve hakikatten ve adaletten uzak safsatacı siyasetçilere karşı Sokrates iyinin, doğrunun ve güzelin yılmaz savunucusudur. Hakikati yere düşürmektense canını vermeyi yeğler. Hayatına son verecek zehri içerken vakur ve müsterihtir. ‘Şimdi ben ölüme, siz hayatlarınıza gidiyorsunuz. Kimin iyi bir yere gittiğini ancak Tanrı bilir!’ Onca kendisini ve başkalarını sorgulamak, insan için en büyük bir iyiliktir. Sorgulanmamış hayat yaşamaya değer değildir. İslam medeniyeti ‘Kendini bil çağrısına’ hayatî bir cümle ekledi: ‘Kendini bilen Rabbini bilir.’ Kendini bilmek için çıkılan yolun insanı Rabb’ine götürmesi, irfanımızın temel umdelerinden biridir. Kendini daha büyük bir gerçekliğin parçası olarak görmeyi başarabilen insan, varlığı keşfetme ve Rabbini bilme yolunda önemli bir adım atmış olur.

Aydınlanma sonrası Batı düşüncesinde yaygınlık kazanan, insanın kozmik bir yalnızlık içinde olduğu düşüncesinin İslâm tefekkür geleneğinde ortaya çıkmamış olması, bütüncül varlık anlayışının bir sonucudur. Yaratılmış bir varlık olan insan, varolma ilkesini kendinden devşiremez. İnsan diğer yaratılmış varlıklar gibi varlığını bir başka kaynaktan ‘ödünç’ alır. İnsanın varlığı ona bahşedilmiş bir lütuftur ve nihai kaynağı, Allah’ın yaratma iradesi ve sonsuz rahmettir. Allah hiçbir şeyi boş yaratmamıştır. Romalı köle Terence ‘Kendi işine bak.’ diyen komşusuna ‘Ben bir insanım ve insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir.’ diye cevap verdiğinde insan ile insan arasındaki temel bir hakikate dikkat çekiyordu. İnsan insanın kurdu değil, yurdudur, yoldaşıdır, koruyup kollayandır. Ben eşrefi mahlukatım ve varlık aleminde tezahür eden hiçbir şey bana yabancı değildir.

Düşünceyi zihinsel bir faaliyete indirgeyen ekoller bizlere tatmin edici cevap veremezler. İyi, doğru ve güzel kavramlarını düşünme faaliyetiyle bir arada almak mecburiyeti vardır. Fayda ve karı artırmak için uygulanan yöntemler kapitalist üretim-tüketim kurumları içinde iyi ve doğru kabul edilebilir ama akıl ve erdem terazisine konulduğunda sınıfta kalırlar. Düşünmek ile ahlak, tefekkür etmek ile erdemli davranmak arasında ayrılmaz bir bağ vardır. Bir düşünce bizi doğru davranışa götürmüyorsa ya düşündüğümüz şeyde ya da düşünme biçimimizde bir sorun var demektir. Molla Sadra şöyle seslenir: ‘Ey irfan nuruyla Allah’a doğru seyreyleyen kardeşler! Sözlerimi can kulağıyla dinleyin ki anlattığım varlığınızın derinliklerine nüfuz etsin. Hakkel yakine götürmeyen bilgi, satıhta kalan bilgidir.’ İyi, doğru ve güzelin bilgisi sadece aklımızda ve zihnimizde değil aynı zamanda kalbimizde, ruhumuzda, muhayyilemizde, hissedişimizde ve vicdanımızda sabittir. Bu bilgi varlığımıza dokunduğunda onu dönüştürür ve olgunlaştırır. Düşünce eyleme geçer.

İnanç aklın kabul ettiği hakikate iki boyut ekler: Erdem ve cesaret. Bir şeyi zihinsel olarak bilmek yetmez. Bildiğimizin gereğini yapmak için erdeme, erdemi hayata geçirmek için de cesarete ihtiyaç duyarız…”

İlave son sözümüz: İmam Rabbani Hazretleri’ne göre önce itikad sonra amel ve ihlas gelir. İtikad inanılması gereken ölçüler manzumesidir. Eğer itikad yerli yerinde değilse amellerin bir faydası hasıl olmaz. İtikad-inanç aynı zamanda bizim doğru bilgi edinmemizi de sağlar. Doğru bilgi edinme yolunda yolumuza ışık tutar.

Baran Dergisi 739. Sayı