Vakfın tarihî gelişimi, mevcut durumu ve bu kurumun vaat ettiği içtimaî çözümleri konu aldığımız yazı dizimizde, İslâm öncesi medeniyetlerdeki yardımlaşma ve hayırseverlik anlayışını ve vakıfların varlığına dair izleri inceleyerek işe başladığımız malum. Belki bazı okurlarımız, nerdeyse iki aydır, teker teker her büyük medeniyeti niye mercek altına aldığımızı, bunları bir-iki sayı içinde hülasa edip doğrudan İslâm’da vakıf meselesine geçmediğimizi merak ediyor olabilir. Çünkü Türk dilinde kaleme alınmış vakıf başlıklı eserlerde uygulama umumiyetle bu şekilde olagelmiş. Ama biz, vakfın tarihî gelişimini nisbeten detaylı bir şekilde aktarmak suretiyle insana dair en temel sorunun cevabını müşahhas misaller üzerinden vermek amacını da taşımaktayız bu incelememizde. Aslında tarih boyunca farklı görünüşlerle tezahür etse de özde aynı olan Mutlak Fikir-İslâm hariç tüm din ve ideolojilerin kendisine cevab mahiyetinde ortaya çıktığı soru şu: İnsan bu dünyada tesadüfler neticesi ortaya çıkmış ve öylesine yaşayan bir canlı mıdır, yoksa bir yaratıcı tarafından belli bir misyonu tamamlamak üzere görevlendirilmiş bir varlık mıdır? Bunlar, insanlığın en temel sorularıdır. Materyalist yaklaşıma sahip Batılı antropoloji ve tabii sosyoloji bilimine göre insanoğlu, tesadüfen ortaya çıkmış, hiçbir üst/müteal varlığa karşı sorumluluk taşımayan, işin doğrusu mantıklarını son raddeye kadar yürüttüğümüzde hiçbir şeye karşı sorumluluğu olmayan bir canlı türüdür. Bunu ispatlamak için de, insanlık tarihindeki benzer olguları/tezahürleri sıralayıp determinist bir bakış açısıyla şu iddiayı ispat peşindedirler: “İşte tüm bu benzerlikler bilimsel olarak göstermektedir ki, insanlık, evrimsel gelişimini toplumsal sahada da sürdürmekte ve aşağı yukarı aynı toplumsal kurumları oluşturmaktadır. Bu durum, toplumsal düzenin alt yapısını oluşturan temel güdülerin üst yapıyı da belirlediği tezini desteklemektedir.” Yani bir tanrı ya da müteal bir varlık YOKTUR. Bütün kâinat gibi insan da kendi kendine, tesadüfler neticesi var olmuştur. Varlık’ın kendi kendine olamayacağı, maddenin oluşmak için madde âleminde bile maddî bir zemine ihtiyaç duyduğu, âmiyane tabirle maddenin madde tarafından yaratıldığı, bu antropologların da dâhil olduğu materyalist bilim insanları ve felsefeciler grubunun kabul etmek zorunda kaldığı hakikatler arasında. Aksi takdirde madde âlemi de izahsız kalıyor; izahsızlık da, kendini “her bilinmeyen akıl ile açıklanabilir” prensibiyle izah eden materyalizme ters...
Biz de buna karşılık şunu soruyor ve bu incelememizde göstermeye çalışıyoruz: Vakıf kurumunun insandaki çıkış noktası olan “karşılıksız yardım, fedakârlık, diğerkâmlık” benzeri insanî hasletlere, egosantrizm/nefsaniyetin “siyam ikizi/birbirine yapışık” iki çocuğu, yani materyalizm ve sekülerizm nasıl bir izah getirmektedir? Bu izahı, materyalist güdülü bilim adamları, tarihte bu tür oluşumlarda “pattern”, yani belli oluşum kalıpları bularak yapma peşindeler. Vakıa halinde belki kendilerinin de yaşayıp hissettikleri bu hasletlerin nasıl ve niçinini, bu kalıpların kendini tekerrür edişiyle tarihin o devrindeki iktisadî ve iktisat kaynaklı içtimaî hadiselerin tekâmülü arasında paralellik kurarak izaha yeltenmektedirler. Yani, bir noktadan sonra, “öyle olması gerekiyordu ki oldu” açıklaması. Ama bizim açımızdan önemli olan husus, saçma da olsa bu izah teşebbüslerinde tarihî sondajları kullanmaları ve bu sondajlar neticesinde buldukları işlerine yarayan verileri kendi dünya görüşlerinin terkibi ile telif etmeyi sürdürmeleri. Bunu yaparken görüşlerinin doğruluğu hususunda kendilerini de ikna etmiş olmaktalar.
İşte biz de, bu maddeci taifenin tersinden yaptığını, İbda Diyalektiği’nin temel prensiplerini merkeze alarak düzünden gerçekleştirme teşebbüsü içindeyiz. Evet, biz de benzerlikler arıyoruz; ama bu benzerlikler bize göre “kendinden ve kendiliğinden oluş”a değil, aynı kaynaktan beslenmeye şahadet etmektedir. Mesela vakıfların birbirine benzer temel bir kalıp üzerinden teşekkül etmesi ve her şeyden önemlisi yapana “maddî bir getirisinin olmaması”, medeniyeti ve dolayısıyla cemiyeti oluşturan tüm hususların ÖĞRENİLME ZORUNLULUĞU olan unsurlar hâlinde kendini göstermesi, bizi, İbda’nın temel tezlerinden olan “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı; insanlık olmazdı ki…” hakikatinin önüne getirip bırakmaktadır. İnsanın hususiyeti, ruhunda gizlenmiş hasletlerin terbiye yoluyla fâş olmasıdır. Bunun içinse eğiticiler-Mutlak Varlık’tan aldıklarını insanlara aktaran peygamberler lazımdır. Yoksa insanın konuştuğu dil bile izah edilememektedir. Salih Mirazabeyoğlu’nun “ilk dil, ilk insanla vardı” ifadesi, antropoloji, sosyoloji, psikoloji vs. Batılı sekülerist tüm bilim dallarının aksini ispat için uğraşıp da bir türlü başaramadığı bir hakikat olarak önümüzde duruyor. Birbirlerinden çok farklı coğrafyalarda insanların benzeri hayat sürmeleri, benzeri inanışlar taşımaları, benzer kurumlar tesis etmeleri, materyalizmin değil, bilakis ruhçuluğun bir delilidir.
Hülasa buradaki çalışmamız, ruhumuzun derinliklerinde hissettiğimiz ve bizi biz yapan bazı duyguların sadece bize has olmadığını, bütün tarih boyunca gelmiş medeniyetlerin tamamında mevcut bulunduğunu göstermektedir. İnsanın başka bir insan veya insan grubu adına kendini mânen ve maddeten feda etme duygusu olmasa, medeniyetin bile oluşmayacağı aşikâr değil mi?
Bu açıklamamızdan da anlaşılacağı üzere, vakıf mevzûunu merkeze aldığımız bu incelememizde, meseleye belli bir ilmî metodoloji ile yanaşmak adına, tek tek bütün medeniyetlerin ele alınmasını zarurî görmekteyiz. Öyle ki, hem aralarındaki temel benzerlikler anlaşılsın hem de coğrafya, nüfus ve iklim şartlarının bu kurum üzerinde bölge bölge nasıl bir tesir bıraktığını görebilelim. Bu benzerlik ve farklılaşmaları görmenin iki türlü faydası olduğu kanaatindeyiz. İlkin, İslâm’a muhatab anlayış davasının “gerekeni gerektiği yerde gerektiği şekilde yapmak” düsturuna vakıf üzerinden ve tarihin en eski zamanlarından misaller getirmek. İkincisi de, geçmişte bu kurumun faaliyetlerindeki başarı ve başarısızlıkları mütalaa etmek suretiyle ilerisi için ayakları yere basan çözüm önerileri sunmak.
Bu kısa izahattan sonra, vakıf meselesine kaldığımız yerden devam edelim. Bu sayı eski Mezopotamya medeniyetlerinde vakıf kurumunun yapısını inceleyeceğiz
Bilinen medeniyet tarihinin en eski merkezlerinden biri olmakla Mezopotamya, Fırat ve Dicle kenarlarına kurulmuş birçok şehri içinde barındırmaktaydı: Babil, Ninova, Ur, vs. Bu şehirlerin bazıları halen gün yüzündedir, bazılarının kalıntıları da gün yüzüne çıkarılmış veya çıkarılmaktadır. İlk önce şehir devletleri biçiminde temayüz eden bu medeniyetler, akabinde bir şehrin diğerlerine egemenlik sağlamasıyla genişlemiş, ilk önce bölge devleti, akabinde de tüm Mezopotamya’yı, hatta Orta Doğu’yu kapsayan büyük devletler haline gelmişlerdir. Elbette böylece ortak bir kanun düzenine de sahip olmuşlardır.
Kalıntılardan gördüğümüz kadarıyla şehirlerin merkezini, o şehrin büyük tanrısı adına yaptırılan bir mabet oluşturmaktaydı. Muhtemelen bu mabedin etrafında rahiplerin barındıkları mekânlar da mevcuttu. Aynı şekilde Hammurabi kanunlarından öğrendiğimize göre, güçsüzlerin, dul ve yetimlerin korunması zorunluydu. Bu mabetlerin, en önemli sosyal merkez olarak, bu koruma işine hizmet ettikleri düşünülmektedir. Tapınak çevresinde bulunan bir kısım yapıların bu maksat için istihdam edildikleri sanılmaktadır.
Babil’de vakıf yapısına dair elimizde yazılı kaynaklardan gelmiş bazı bilgiler mevcuttur. Bülent Köprülü “Tarihte Vakıflar” isimli makalesinde bu hususta şunları söylemektedir:
 “Merkezi Babil şehri olan ve büyük bir medeniyete malik bulunan Babil devletinde Sumulailu zamanında meydana getirilmiş olan dinî mahiyette bir vakfın mevcudiyetine rastlanmıştır. Ruhunun selamette ve müsterih olmasını isteyen prens, Mabut Şâlum ile Mabude Şellât lehine bir mabet inşa ettirmiş ve bu dinî yerin ruhanî işlerini tedvire memur edilen rahibin ikametgâhı olmak üzere de ayrıca bir gayrimenkul bağışlamıştı. Bu hususu tebarüz ettiren ve Kudurru tesmiye olunan hukukî dökümanda vâkıf, rahibin vazifeleri üzerinde her türlü müdahale ve iddiadan uzak bulunduğunu ve hilafına hareket edenin ise, hükümdar tarafından kendisinin düşman telakki olunacağını bir şart olarak kabul etmişti. Le Coq’a göre bu kabil vakıflar, Babil devletinde daha ziyade bağışlama durumunu andırmakta idi.” (Bülent Köprülü, Tarihte Vakıflar, Ank. Üni. Hukuk Fak. Der. Cilt 8, sayı 3-4, sh. 493)
Morris Jastrow, Babil ve Asur’da vakıf benzeri tahsisatların daha çok mabet merkezli olduğunu, hatta bu tahsisatlar sayesinde mabet idarelerinin ziyadesiyle zenginleştiğini ileri sürmektedir: “Zamanla kalabalık merkezlerdeki tüm büyük tapınaklar malî tesis kimliği de kazandılar. Tapınakların servetlerini elde ettikleri kaynaklar muhtelifti. Hem Babil hem de Asur kralları, her fırsatta bu mabetlere araziler ve başka türlü hediyeler bağışladılar. Bazı zamanlar bu bağışlama, tapınakların yıllık ihtiyacı olan erzak biçiminde de gerçekleşmekteydi. Bazen de bu tarz ürünler, mabet için vakfedilmiş bulunan arazilerden elde edilmekteydi. Ayrıca, paylarına düşen gelirlerle aldıkları arazilerden ve umumiyetle toplama hakkı kendilerine verilen öşür vergisinden mütevellit bu mabetlerin geniş malî imkânları mevcuttu. Bu araziler ya doğrudan görevlilerce tapınağa gelir sağlamak maksadıyla ekilip biçilmekte veya tapınak için uygun şartlarla yine tapınak adına kiraya verilmekteydi. Tapınakların bu arazilerde çalıştırmak üzere çok miktarda rençber istihdam ettiğini, aynı zamanda yine aynı maksatla elinin altında çokça köle bulundurduğunu buluntulardan anlamaktayız. Bu işçiler, çok farklı sahalarda hizmet vermekteydiler: İnşaat işlerinde, tarlalarda, bahçelerde, zanaat işlerinde vs. Fakat bundan ziyade, tapınaklar doğrudan malî işlemler de yapmaktaydılar, yani faiz karşılığı borç para vermekteydiler. … Bu tür bir ilişkiler ağı, mabetleri hem Babil’de hem de Asur’da devlet ve halk üzerinde oldukça etkin bir konuma yükseltmişti.” (Morris Jastrow, The History of Religions, sh. 650-51)
Buraya kadar gördüklerimizden, Babil ve Asur’daki vakıf benzeri kurumların daha çok mabet yapma ve koruma merkezli bir işlev üstlendiği gibi bir anlam çıksa da, bunun biraz eldeki veri eksikliğinden kaynaklandığı kanaatindeyiz. İçeriği tam olarak bilinmese de, hükümdarların ve varlıklı kişilerin, dul, yetim ve kendine bakamayacak kadar düşkün olanlara yardım için arazi tahsisi şeklinde vakıf kurdukları bilinmektedir. Dediğimiz gibi, bize kadar ulaşan arkeolojik kalıntıların sunduğu manzara, bu kültürlerde umumiyetle bu tür vakıf kurumlarının çok gelişkin bir mahiyet arz etmediği yönündedir. Ancak unutulmamalıdır ki, elimizde o döneme ait çok az vakfiye bulunmaktadır. Belki de yeni arkeolojik çalışmalarda ele geçecek buluntular bu manzarayı değiştirecektir. İnsanoğlundaki zayıflara yardım arzusu, böylesi kurumların olması gerektiğini akla getiriyor. Diğer taraftan bu coğrafya, Hz. Yunus ve Hz. İbrahim gibi ismi Kur’an’da geçen peygamberlerin ve muhtemelen ismi bilinmeyen daha birçok peygamberin memleketi olmakla, mutlaka bu tarz kuruluşlara ev sahipliği yapmış bulunmalıdır. Ayrıca bize göre, mezkûr mabetler, en azından başlangıçta, Allah için yapılmış iken, daha sonraları ona ulaştıracak “diğer tanrılar”a hasredilen mekânlar haline gelmiş olmalıdırlar. Nitekim Babil, Asur, Akad, Elam ve Sümer’de her şehrin mutlaka bir “büyük” tanrısının olması, diğer tanrıların hiyerarşide onun altında ve onun izniyle sıralanması tezimizi doğrular niteliktedir. Bu devrin kanun kitaplarında bile kendine yer bulan hayır işleri ve yine vakıf benzeri organizasyonların mevcudiyeti iddiamızla ilgili takviye deliller mesabesindedir.
Ahmet Akgündüz, Babil dönemi vakıf benzeri yapılarla ilgili şunları söylemektedir:
 “Babil hukukunda vakfa benzeyen bazı malî tasarruflar mevcuttur. İntifâ hakkı da denen vakıf benzeri bir tasarrufun kısaca mahiyeti şöyledir: Kral arazisinin intifa hakkını bazı kamu görevlilerine bağışlar. İntifâ hakkı sahibi, arazinin mülkiyet hakkına sahip değildir. Hammurabi kanunu, bu intifa hakkının mirasçılara intikal edebileceğini ve bazı şartlarla kayıtlanabileceğini belirtmektedir. Bu, daha ziyade tahsisat kabilinden vakfa benzeyen bir tasarruftur.” (A. Akgündüz, Vakıf Müessesesi, sh. 58)
Delaporte, Babil ve Asur krallarının fethettikleri arazilerin bir kısmını mabetlerin yapım ve bakımı için vakfettiklerini, elde ettikleri ganimetlerden ciddi bir miktarını da aynı gayeye matuf olarak mabetlere bağışladıklarını belirtmektedir. (Delaporte, Mesopotomia, sh. 313) Yine Gaston Maspera, Babil, Asur ve Elam’da mabetlerin gelir getirici kaynaklarla teçhiz edildiğini söylemektedir. Bunun biraz da mecburiyetten kaynaklandığı kanaatindedir; çünkü bu ülkelerdeki mabetler, diğer memleketlerdekinin aksine, kerpiçten yapılmıştı ve sürekli tadil edilmediklerinde hızla deforme olmaktaydılar. (G. Maspera, History of Egypt, Chaldea, Syria, Babylonia and Assyria) Jastrow’a göreyse mabetlerin kil esaslı kerpiç malzemeyle yapılması şuurlu bir tercihti: Kil, dünyayı temsil etmekteydi ve mabette kullanılan malzemenin dünyayı temsil eden bir malzeme olması gerekmekteydi.
Şehirden şehre, bölgeden bölgeye farklılık gösterse de, sonuç olarak, binlerce yıllık bir zaman dilimine yayılmış bulunan bir “medeniyetler zinciri”nden bahsetmekteyiz ve insanoğlunun en merkezî hasletlerinden olan yardımlaşma ve fedakârlıktan bu medeniyetlerin azade kalamayacağı aşikâr. Hele ki, belli dönemlerde peygamber terbiyesinden geçtiği kesin olan bir coğrafyada bu iddia gülünç kalır. Fakat kayıtlarda kullandıkları malzemenin yapısından dolayı sınırlı bir malumata sahibiz. Bütün bilgilerimiz, zamanın yıkıcı gücüne dayanamamış şehirlerin kalıntılarının el yordamıyla okunmasından gelmektedir. 
Baran Dergisi 429. Sayı