Yeter artık!

15 Temmuz'u adil bakış noktasından ayırmadan ve merhametsizce tartışmanın vakti geldi. Gerek dergimizde, gerek “sosyal medya”da, gerekse şahsi yazılarımızda 15 Temmuz üzerindeki şüpheler hakkında yazılar kaleme aldık. Bu sadece bizim hadiseye bakışımıza dairdir! Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 2020 itibariyle “tavır değişikliğine” gittiğini, artık bazı kilit konularda “çevre tesiri” haricinde kalarak uygulamalar yaptığına dair hislerimizi maddi delillere de kavusturdugumuzdan (veya öyle yorumladığımızdan!) onun da böyle düşündüğünü tahmin ediyoruz!

*

Mevzuları karıştırmamak gerekiyor: 15 Temmuz bir darbe teşebbüsüdür, bunda şüphe yok. Şüphe, bu darbe teşebbüsünün hazırlık süreci ve kimlerin yaptığında. 15 Temmuz davalarında kimin hangi cemaate mensup olduğunun üzerinde durmak yerine, o gece darbe mekanizmasının içinde olup olmadığının kesin delillerle ispatlanmasıyla uğraşılmalı, yargılama da böyle gerçekleştirilmeliydi.

Böyle mi oldu mahkeme süreçleri peki? Olmadığını herkes görüyor. Haklarında şu veya bu sebeple “Fettulahçı” veya “muhalif” kaydı düşülmüş, “itirafçı sanıklar” tarafından da ismi zikredilmiş kim varsa, o gece isterse evinde, yurtdışında, yıllık izinde olsun, hepsinin aynı torbaya konulup “15 Temmuz darbecisi” olarak cezalandırılması istendi. Hatanın en büyüğü, buydu. Tüm dosyayı şüphe altına sokan, hata!

İddiâname, sanık aleyhine olduğu kadar lehine delilleri de ortaya koymak zorundadır, hukuken. Fakat biliyoruz ki, asla böyle birşey olmaz! Üstelik “kendinden menkul hamaset edebiyatı” ile de “süslenir”, daha mahkemeye kabulü için verilmeden önce bu işlere teşne gazeteciler eliyle iyice köpürtülür, iddianame içindeki gariplikler de gözden kaçırılır. O gariplikler ancak sanıkların savunma ve çapraz sorgulamaları esnasında ortaya çıkar.

Acımadan ortaya çıkan garib gerçekler mi? Mesela:

Akıncı Üssünde, yani darbenin merkezinde gözaltına alınmış bir generalin üst ve ev-ofis araması, o gecenin sabahında teslim olduktan sonra kapısındaki arabasına kadar yapılır, çıkanlar tek tek listelenir, imzalanarak tutanağa geçirilir. İddianameye bunlar tek tek yazılır. Okuyanlar, dinleyenler “İşte suçüstü budur!” derler. Sonra o general sırası geldiğinde savunmasını yaparken, yine aynı iddianame ve delil klasöründen evrakları gösterir tek tek, o zaman anlaşılır ki, gözaltına alındığı gün yapılan aramalarda sıradan eşya ve evraklar tespit edilmiş, fakat kendisi cezaevinde bulunurken, darbeden yirmi, yirmi beş gün sonra yapılan (ne kendisinin ne avukatının katılmadığı) “arabasının yeniden aranması” sırasında, üstelik kapının, tekerleğin, kaportanın içine gizlenmiş olarak değil, “arka koltuk üzerinde bulunan poşet içinden” çıkan evraklar ile, Marmaris suikast davası, devlet büyüklerine suikast davası, yurtta sulh konseyi listesi vs. her türlü “darbe emirleri” bulunmuştur(!) ve şahsi olarak üzerine atılı suçlar da “bu evraklardan” kaynaklanmaktadır.

Yine bir general, darbe emrini uyguladığını açıkça kabul etmiş bir general, “sıkıyönetim emirleri”ne göre MİT'in başına geçecek bir general, darbeyi bir hafta öncesinden ve kim vasıtasıyla öğrendiğini söyleyen bir general, yapacağı tek bir “al-getir operasyonu” olduğu da bilinen bir general, Akıncı Üssü ile o gece muhabere halinde olan bir general, o gece neredeyse dört saat helikopter içinde “emir” bekledikten, hedef olan şahıs hedef yerden ayrılıp sağ selamet gideceği yere vardıktan sonra tüm bunları bilen Akıncı Üssü'nden gelen emirle “görev başlasın, hedef alınsın” denilerek hareket emriyle yola çıkarılır! Yere inemez bile gittiği yerde, çünkü aşağıdan ateş açılır, önce kalktıkları askerî üsse geri döner, kimse birşey yapmaz, ardından Ankara'ya gider ve “kayıp saatler” akabinde ertesi günü kendiliğinden teslim olur. Mahkemede yaptığı savunmasında “al-getir operasyonu”nu darbe emri olduğu için yaptığını kabul, operasyon esnasında gerçekleşen ölüm ve yaralanmaları reddeder, çok rahat hareket eder, tutuklanmamış ve vazife başındaki birilerine imalı sözler sarf eder; kendisinin kabul ve fazladan beyan ettikleri dışında hiçbir aleyhe delil yok!

O gece öldürülen mühim bir generalin telefon kayıtları iddianameye konulur, bu kayıtlarda yer alan mesajlaşmalar ile birçok subay dosyaya dahil edilmiştir, basında çıkan haberlere göre bu general emirler vererek bir terzi gibi darbenin ilk düğümlerini atmıştır. Savunma yapan sanıklardan öğreniyoruz ki, bu geberik generalin telefon incelemesini yapan bilirkişi raporuna göre, o gece atıldığı söylenen otuz mesajın hepsi, o öldükten, telefonu savcılık tarafından zabt altına alındıktan sonra, 24 Temmuz günü telefona yapılan giriş ile “müdahale edilmiş” mesajlardan oluşmaktadır; bu şu demektir, o gece ya hiç mesajlaşma olmadı veya varolan sıradan mesaj içerikleri “sıradışı” hale getirildi.

İki kuvvet komutanının kendisini aramasıyla lojmanından çıkıp darbenin merkezine giden, emekli olması gerekirken ve kendisi de emekliliğini isterken zatına oluşturulan makama atanan bir generali düşünün. Genelkurmay başkanlığı tarafından yapılan açıklama ile darbeyi engellemeye çalıştığı ifade edilen bu general ertesi gece lojmanında gözaltına alınıyor. Neredeyse tüm kuvvet komutanlarını kendisine şahit gösterirken, “git emrini almasam gitmezdim, emri verenler çıkıp açıklasınlar” derken, damadının kontenjanından darbenin bir numarası olarak ceza alan bir general bu!

Bu general ve GKB'nin özel kalemi olan albayın, üsse giren, evine gelen askerî savcılara kendiliklerinden teslim olmaları kayıt altına alınmışken, darbeden birkaç gün sonra ortaya çıkan fotoğraflarında kolları kırık, yüzleri kanlı ve yara bere dolu, bağırsakları patlamış vaziyetteki halleri! Niye?

O gece bakan olarak vazife başında olanların “dost sohbetlerinde” söyledikleri de var. Bunlar çıkıp söylediklerini televizyonlarda tekrarlasalar, kelimenin tam anlamıyla yer yerinden oynar! O geceyi bakanlık iştigal sahalarında olduğu için birebir yaşayan bazı bakanların söylediklerinin tek delili, yine kendileri ve benzer şeyleri söyleyen başka bakanlar. O gecenin gündüzünde bulunduğu binada aynı odada olmasına rağmen ismini bilip cismini bilmediği generali, biraz sonra neredeyse kahraman mertebesinde övenler olunca, “Bu o muydu! yahu bu darbenin başındaki herif!” diyerek kendi korumalarına gözaltına aldıran bakan da var, hiçbir şeyden habersiz gecenin bir vakti uçakla indiği havalimanında protokole dizilmiş selam durmuş vaziyette kendisini karşılayan generallerin ellerini sıkarken özel kaleminin akıllı telefonunu telaşla burnunun dibine dayamasiyle darbeyi öğrenip şaşıran bakan da var; üstelik selam duran generallerin darbeci olarak tutuklanmasıyla daha da şaşıran bakan, bu!

Yıldırım gibi arayıp durduğu ama bir türlü ulaşamadığı birine, bilmem hangi korumasını arayarak teşkilat binasının dışındaki sivil bir binada (bildiğiniz sıradan bir site yani) ve gecenin köründe ulaştığında, “N'oluyor ....., ne bunlar?” sorusuna, “Ne oluyor efendim!” cevabını alan, “Haberin yok mu, televizyon seyretmiyor musun, silahlar patlıyor, uçaklar uçuyor.” diye kızarak söylendiğinde “efendim size önceden verdiğim rapor vardı, DAİŞ'ın terör eylemi yapacağına dair, odur” cevabını alınca, muhatabının suratına telefonu kapatan bakan da var.

Darbe öncesinde “garip tesadüfler” ile bulunan elektronik aletlerde tespit edilen üç ayrı “fişleme listesi” içinde yer almasına rağmen hala görevde bulunan subayları saymaya lüzum yok; sadece o listelerde yer aldıkları için darbeci kabul edilerek yargılanan, ceza alan veya yargılanmadan ihraç edilenlere rağmen üstelik.

Darbe daha başlamadan, neredeyse ikindi sonrası, saat 19 gibi bazı insanlara çekilmiş telefon mesajları var. Başkalarının bu türden iddiaları yanında bizzat benim çevremde olup da Anadolu yakasında garnizon önlerine gidilmesini isteyen telefon mesajları aldıklarını ve istenilen yere samimi duygularla gittiğini söyleyen arkadaşlarım var.

*

Bunlar vakayı adiye cinsinden, aslı zarara uğratmayacak polisiye dolaplar değildir! Aslın yönünü değiştiren, birtakım meseleleri gizleyen, hemen hepsi de dava dosyalarına girmiş garipliklerdir.

O gece ne oldu? Kimler bu işi gerçekleştirdi? Kimler katıldı ve sonradan “bir şekilde” geriye çekildi? Yurtta Sulh Konseyi kimlerden oluşuyordu; söylendiği gibi kırk, elli kişilik bir konsey miydi, yoksa darbe emrini uyguladığını hiç tereddütsüz kabul eden tek generalin söylediği gibi “beş kişiden” mi oluşuyordu?

Basın bombardımanını, ekranlara çıkıp kocaman laflarla anlatıp duranları bir kenara koyun, tüm iddianameler içinde şu yazdıklarımızın yalan olduğunu söyleyecek tek bir delilin olmadığını bilin, yeter. Silahlı kuvvetlerin generallerinin yarısının o gece tasfiye edildiğini bilin; üstelik çoğunun darbeye katıldığına dair hiçbir delil olmadan!

*

Kimseyi koruma veya kollama derdinde değiliz, okuduklarımızdan anladıklarımızı yazıyoruz. 15 Temmuz davalarında darbeye iştiraki ile mi, bu suçu kesin delillerle ispatlanmış olarak mı yoksa filanca itirafçı ismini verdi veya malum fişlemelerde ismi geçiyor diye mi cezalandırılma yapıldığının, yani gerçeğin peşindeyiz! Şundan başka hiçbir hesabın peşinde de değiliz: Çengelköy'de darbeciler tarafından şehit edilen gönüldaşımız Halil Kantarcı'nın toprağa düşmesine sebep olan o geceyi kimlerin başlattığı! İddianamelere, çıkan kararlara inanmamak için yeterli miktarda şüphe mevcut.

Bir askerin falanca veya filanca grubun üyesi olup olmadığı başka bir şeydir, darbe içinde bizzat yer aldığı başka bir şeydir. Gülenist askerlerin bir kısmının (Akıncı Üssü çevresindeki arazide sabahın köründe yakalanan Adil Öksüz, Harun Biniş ve diğer Gülenistler malum) darbe içinde yer aldıklarından şüphe yok. Gülenistler arasında 15 Temmuz sonrasında başlayan bu yöndeki tartışma açık olarak yapılmakta, “kim itti bizi?” sualinin cevabı aranmakta. Bu tartışma olurken mahkemelerde sanıkların savunmaları sebebiyle milletimiz önümüze atılan yeni bir lafla tanıştırıldı: “İnkar stratejisi!” O kadar video kaydı, fişleme listesi, itirafçı beyanına rağmen bazı önemli sanıklar darbeci olduklarını reddediyor ve “inkar stratejisi” uyguluyorlarmış! Ses olmayan kamera görüntüsünün kıymeti yok, orada olduğunu zaten kabul ediyor, bir öyle bir böyle ifade veren Kuzgun, Şapka ve Abdullah gibi meşhur itirafçıların delilsiz söylediklerini reddetmek bir yana, tanık olarak mahkemeye itirafçı çıkarmak, iddianameleri itirafçı beyanlarına dayandırmak baştan hata zaten! Madem itirafçılar doğru söylüyor, mesela el üstünde tutulan “Abdullah”, bunun bahsettiği, ima ile söz ettiği, halen en yüksek mevkilerde olanlar hakkında niye işlem yapılmıyor?! İtirafçı beyanı polis ve savcıda bulunur, bu beyanların doğruluğunun ispatlanmasına çalışılır, ispatlanan kısım ile de itham edilir sanıklar. Olması gereken bu iken, suçsuz olduğunu ispatlamaya davet adaletsiz bir uygulamadır. “İnkar stratejisi” dedikleri, işte budur. İtirafçılığa dayanan mahkeme, aslında ortada kesin deliller olmadığını zımnen kabul ettiği gibi, darbenin içinde bizzat bulunmuş olanlara da kaçış imkanı vermektedir. “İnkar stratejisi”, aslında her türlü delilin bulunduğu mekanlar o gecenin sabahında basılmış, tüm kamera kayıtları, cerideler, parmak izleriyle dolu olması gereken dava dosyalarının, basına daha ilk günlerden itibaren düşen işkence fotoğrafları gibi lekelendiğini zımnen itiraf etmektir!

Bu lekenin ve şüphelerin Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın içinde de olduğuna inanıyoruz. Kendisine karşı düzenlenen saldırıyı gerçekleştirenlerin isimlerinin sadece dava dosyasında kayıtlı olanlar olduğuna inandığını, düşünmüyoruz.

Cihat Yaycı'nın geç kalmış tasfiyesine imza atması, ardından baro çıkışı ve Ayasofya kararnamesi ile belirli koşullarda makul kabul edilebilecek ama artık bir yük ve ayak bağı haline gelen denge politikasını terk etmeye başladığının işaretlerini veren Erdoğan'ın 15 Temmuz'un gerçek yüzünü ortaya çıkaracak çalışma başlatması, sürpriz olmaz. Kilit durumda olan, darbe emirlerini uyguladığını tereddütsüz kabul eden, o geceyi yaşamış ve kendi zaviyelerinden anlatarak isim vermeden çok şey anlatan iki veya üç sanığın önyargısız ve güvence verilerek dinlenmesi ve anlattıklarının kontrol edilmesi ile darbenin gerçek yüzünün aralanacağı kuşkusuzdur.

28 Şubat Darbe Davasının kesinleşmiş olmasıyla, aslında 15 Temmuz'un gerçek yüzünü aramaya başlamanın mihenk noktası da ortaya çıkıyor. Şunu da düşünün: Post-most bir darbe olmasına rağmen, kaç kişi yargılandı o davada? Tüm işleri bunlar mı yaptı? Emirleri alıp uygulayanlar nerede? 28 Şubat darbe davası, sadece komuta kademesinin üst katmanı ile kısıtlı kalmış, sivil, basın ve siyasi ayakları ortaya çıkarılmamış bir dosyadır. Hesap sorulmadığı için darbe teşebbüsleri ortaya çıkmış, “seminer efendim bunlar” denilerek de göz göre göre kapatılmışlardır.

15 Temmuz'un gerçek yüzü, 28 Şubat darbesinin tüm aktörleriyle yargı önüne çıkarılması ardından anlaşılacaktır. 28 Şubat, sadece Kemalistlerin giriştiği bir darbe değil, aralarında bulunan Gülenistlerin de kendi hesaplarını gördüğü bir ortaklıktır. Müslüm Gündüz'e karşı yapılan ve her şeyin başlangıcı olan o iğrenç baskını Gülenist Ali Fuat Yılmazer'in gerçekleştirdiği unutulmamalıdır. (Bu iğrençlik öncesinde Susurluk hadisesinin olduğunu, buna yönelik tepkilerin Uğur Dündar, Tuncay Özkan eşliğinde, T. Özkan’ı arayıp davet eden A. F. Yılmazer'in M. Gündüz operasyonu ile Refah-Yol hükümetine yönlendirildiğini unutmamak gerekir. Aynı zamanda BBP içinde birtakım unsurların da bu iğrenç operasyondan haberdar olduğunu da!) 15 Temmuz, bu ortaklığın Kemalistler tarafından bozulma teşebbüsüdür, o kadar! 15 Temmuz ortaklık eliyle planlanan (uzun adamı yok etmek!); ama Kemalistlerin geri çekilmesiyle Gülenistlerin ortada kalmasının ve Kemalistlerin masadan kolayca kalkmayacaklarının en kanlı gösterisidir!

Kimse bizi, emniyet, yargı, bürokrasi ve askeriyede güçlerinin zirvesinde oldukları bir dönemde 17/25 gibi bir hukukî darbe yapma teşebbüsüne girişip, tek bir “tayin emri” ile geri adım atarak popolarının üzerine oturup kalan Gülenistlerin 15 Temmuz'u tek başlarına yaptıklarına inandıramaz! Asalak gibi başkalarının planlaması içinde iş yapmaya çalışan, organizasyondan habersiz, yobaz, elinden imza yetkileri alındığında gıkları çıkmayan beceriksizler güruhudur Gülenistler! Bütün bunların Erdoğan tarafından da görülmeye başlandığına inanıyoruz.

Ona tavsiyemiz, kısıtlı sayıda ve her türlü resmi/gayri resmi yetkiyle donatılmış özel bir operasyon bürosu kurup, tüm belge ve ifadeleri titizlikle inceleyip, gerekli kişilerle görüşüp “resmi ortaya çıkarması”... Bir “terörist” olarak istenirse bunun yolunu usulünce anlatırız. Halil Kantarcı'nın kanını yerde bırakmayacağız! Onun katili, milletimizin düşmanı, gerçekte kimmiş, bunu er veya geç ortaya çıkaracağız! FETÖ de, ETÖ de bunun hesabını verecek!

Baran Dergisi 705.Sayı