Vesikalı yârim, Türk Sineması’nın klâsiklerinden bir film. Sait Faik’in “Menekşeli Vadi” isimli hikayesinden Ömer Lütfi Akad, sinemaya uyarlamış. Kocamustafapaşa’da bostan eken, manavlık yapan Halil’le, pavyonda konsomatris olarak çalışan Sabiha’nın aşkının hikayesi. Kaç sefer seyrettiğimi hatırlamıyorum. Duygulanmadan, hatta ağlamadan seyredemem. Bir taraftan ağlarken, bir taraftan da küfrederim. Adi herifler! Güzellik diye hiçbir şey bırakmadılar. Medenileşmek adına, her şeyi târumar ettiler diye. Sanki bin yıl dünyaya ahkâm kesmiş bir imparatorluğun insanları, bunlardan önce ağaç kovuğunda yaşıyordu.

Yanılmıyorsam Abidin Dino’ya ait, sanat için şunu söylüyor: “Sanatın her şeyden evvel bir alışveriş olduğunu unuttuk; fikir, his ve kıymet alışverişi”. Benim de niyetim filmi anlatmak değil. Bir taraftan kısaca özetini verirken, diğer taraftan tedaî ettirdiği güzellikleri paylaşmak. Filmin kahramanlarından Sabiha, “medenileşmenin nimetlerinden (!)” çirkef bir ortamda yaşamasına, konsomatrislik gibi boktan bir iş yapmasına rağmen, sevdiği için kendini feda edecek kadar insanî hasletlerini koruyabilmiş, aşık olabilecek bir istidat belirtir ki, bilmem söylemeye gerek var mı, aşık olabilmek büyük nimettir.

Mevzuumuzla alâkalı gördüğüm için bahsetmek istiyorum. Oscar Wilde, hapisten çıktıktan sonra yaşadığı bir hatırasını André Gide anlatır. Hatırladığım kadarıyla şöyle. Havalandırmaya çıktıkları zaman mahkumların birbirleriyle konuşması kesinlikle yasakmış. İlk konuşan onbeş gün diğeri sekiz gün hücre cezası alıyor. Bu sebeple herkes zamanla dudaklarını kıpırdatmadan konuşmasını öğrenir. Wilde, acemi olduğu için arkasındakiyle konuşurken yakalanırlar. Müdür, ilk konuşanın kim olduğunu öğrenmek ister. Çünkü cezayı ona göre paylaştıracaktır. İkisi de ilk konuşanın kendi olduğu söyler. Birbirlerini satmazlar. Müdürün kafası, bu işe hiç basmaz. Bir insanın bir başkası için fedakarlık yapabileceğine, onun için acı çekebileceğine hiç akıl erdiremez. Wilde, hayretini şöyle belirtir: “Düşünün bir kere, der! Anlamıyordu! Şaşırmıştı; inanılmaz değil mi! Bu adamda muhayyile diye bir şey yoktu. Birbiri için acı çekildiğini hissetmenin ne kadar tatlı göründüğünü bilemezsiniz.”

Filmin tedaî ettirdiği bir diğer güzellik; Halil, evli, barklı, annesi, babası, ailesi olan biri olmasına rağmen bu insanların hiçbirinden “Vay adi karı, fahişe, sen bizim oğlumuzu ayarttın, hapislere düşürdün, Allah belanı versin” gibi hiçbir çirkinlik tezahür etmez. Hepsi mütevekkildir, vakurdur ve bu insanlar azizdir, asildir. Oğlu hapse düşer fakat baba bir sefer bile ziyaretine gitmez. İnadından değil, ona göre ziyaretine gitmek çocuğun hatasını yüzüne vurmaktır ve bu daha büyük bir ayıptır.

Ve en güzeli Halil evine döner. Kapıyı çalar karısı kapıyı açar. Hiçbir telaş, uygunsuz hiçbir davranış yoktur. Karşıladığı sanki yıllardır görmediği kocası değil, işinden akşam evine dönen çocuklarının babasıdır. Buyur eder, kahvesini önüne koyar, sadece şunu söyler: “Karnın aç mı?”

Baran Dergisi 4. Sayı