Bir toplumun kimliği, o toplumun mimarisinde görülebilir. Medeniyet ve kültür, mimari üslupta tezahür eder. Tarih boyunca her millet kendi zevk, düşünce, fikir, sanat, estetik çalışmalarının ürünlerini taşa işlemiştir. Medeniyetler taşlara nakşedilen manalarla mevcut olmuş ve o imzalarla bilinir olmuştur.

Toplumları dillerine, kültürlerine; medeniyetleri de mimari üsluplarına göre ayırıp anlıyoruz. Her medeniyetin kendine has bir mimari yapısı bulunmaktadır. İnsan bu üsluplarla yerini, dokusunu, rengini belirler ve bununla yaşar. Mimari yapı deyip geçmemek gerekir. İnsanın ruhi tezahürlerinin yansımalarını görürüz orada. Süleymaniye Camii’nin varlığı nasıl ki bize Mimar Sinan’ın şahsiyetini gösteriyorsa, Batı’daki rokoko üslubuyla yapılan bir mimari yapı da Batılıların ruhlarındaki karanlığın göstergesidir. Çünkü insanın ruhundaki her şey sanatına yansıdığı gibi, ortaya konulan eserler de insanın duygu, his ve hareketlerine yansır.

Doğu’daki sanat mânâya yönelirken, Batı’da ise maddeye odaklıdır. “Suretler olmadan manalar ebediyen tecelliye gelmez” hikmetiyle Doğu şekille manayı yüceltir; mana da şekille suret bulsun diye… Batı’da ise şekille manadan uzaklaşır, maddeyi yüceltir, maddeyi ön plana alır. İslâm sanatı maddeye manayla yaklaşır. Batı sanatı ise çoğunlukla maddecidir.

Batı’daki hafakan, bunalım hatta dinî yaşantının eksikliği, sanatlarına da yansımıştır. Sonuçta sanatımız da ahlakımızdan tevarüs etmektedir. İslâm sanatı, aynı zamanda hakikati temsil etmektedir. Çünkü İslâm ölçü, nizam, intizam ve estetik dinidir. Ve her alanda, her anlamda sanatla iç içedir. Haliyle bir Batılı, Kurtuba Camii’ne baktığında gördüğü ihtişam, tezyin, ruh karşısında İslâm dinin insan hayatına kattığı ahengi, güzelliği, estetiği, madde ötesi ilişkiyi, batinî güzelliği, İlahi tarafını fark edebilir, hissedebilir.

Titus Burckhardt, “İslâm nedir?’ sorusuna “Basit bir şekilde Kurtuba Camii, İbn Tülün Camii veya Semerkant’taki medreseleri göstererek karşılık verecek olsaydık, cevap kısa olmakla birlikte, yine de geçerli olurdu” der. (1) Bizim elbette sanata bakarken, aldığımız ölçü, “güzel” anlayışımız İbda Diyalektiği’nin vermiş olduğu ölçüdür: “Doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur.” Biz bu rehber anlayışa göre hareket ederiz. İslâm sanatında da tüm güzellikler doğrunun üzerine bina edilmiştir. Sanatta tüm işlerimizi şeriata uygun, şeriatın sınırlarını aşmadan ama ruhun sonsuzluğundan faydalanarak yaparız. “Neticede iş, faydacılık yönünden, mizaca göre ve Şer’i hadleri içinde ruhi hassasiyeti geliştirmek ve inceltmek gayesiyledir. ‘Allah güzeldir, güzeli sever’; ama şer’i ölçü ve niyet dışı bir güzellik, çizgi dışıdır. Çünkü kendi kendisinden ibaret bir güzellik aldatıcı da olabilir.”(2)

İslâm sanatında mücerret ve müşahhas çalışmalar da çok farklıdır. Kiminde geometrik bir dizayn, kiminde sanat formlarımızdan biri olan hüsnü hat ile ölçülü bir çizim, kiminde hissî bir ton vardır. Elle işlenir, ruhla dokunur. Taşta da, ahreli bir kâğıtta da hatta bir kumaşta da güzeli görür, güzel görür, ayrıntılardan zevk duyarız. İslâm mimarisinde inşa edilen yapıların bir kısmı Bizans ve önceki toplumların mimarisine ait olsa da, Müslümanlar, bu gibi yapıları kendi form ve üsluplarıyla tekrar ele almış, terkip etmiş, onları İslâmlaştırmıştır. Bu sebeple Kubbet'üs-Sahra’ya, Ayasofya’ya bakan, orada Bizans değil, İslâm’ın izlerini, mimarisini görür. Şam Ulu Camii, Helenistik tapınağın dış duvarlarından oluşturulmuş olmasına rağmen, tabiri caizse artık telifi bizim olmuştur. Çünkü kubbeleri de İslâmlaştırdık, yaptığımız işi Hakk’a adadık. Dinimizin birer sembol, simgesi haline getirdik.

Eserlerimiz her gelen mimar tarafından çeşitli esnekliklerle yorumlanmış, kiminde iç-dış mekân genişletilmiş, kiminde Bizans kubbelerinin strüktürlerinden tamamen arındırılmış, soyutlanmış, daha geniş çerçevede Türk seramik çinileriyle, süslemeleriyle, hüsnü hat ile iki yönden değişim geçirmiştir. Bir tarafta Mimar Sinan’ın eserleri gibi sade ama aynı zamanda geliştirilebilir bir şeffaflık, yeni eklemelerle kendine has yeni bir üslup mimari anlayışımıza oturmuşken; bir diğer tarafta ise görkemli bir yapı (Kurtuba Camii gibi) sadeliği aşkın ama insanı huzur ve sükûnete davet eden niteliktedir. İslâm sanatında inşa edilen her bir mekân ister sade, ister sadeliği aşkın olsun, ister yoğun bir tezyinat yahut hüsnü hat ile bezenmiş olsun, insanı sükûnete davet eden, huzurla buluşturan sırrını inkâr etmek mümkün değildir.

İslâm mimarisi, Batı mimarisindeki gibi insan imgesi çizmez. Zihinlerinde insan yüzü teşekkül etmez. Bu sebeple insan ruhu manaya, metafizik boyuta daha da yakın olur. İslâm sanatının bir tezahürü olan tüm desen, motif, nakış ve çizimlerimiz Hakk yolunu hatırlatır. Bu tezahürlerden doğan boşluk bile (negatif desenler) manevi yolculuğa götüren bir işarettir. Çünkü “birçok formuyla arabeskin kullanımı aracılığıyla, boşluk, maddi nesnelerden, boğucu ağırlıklarını kaldırarak ve ruhun nefes almasını ve yayılmasını mümkün kılarak, İslâm sanatının farklı veçhelerine girer.”(3)

İslâm sanatında geometrik motiflerle birlikte hat sanatı ve tezhip işçiliği manaların adeta suretlere giydirilişidir. Manaların tecelli ettiği mekânlardır İslâm mimarisi. İslâm mimarisindeki boşluk hissi de doldurulan yerler kadar ferahlatıcıdır. Bir yandan sadeliği öğütlerken bir diğer yandan yandan estetik kaygıyı da güder. Batılı sanatkârlar gibi güzelliği maddede, malzemede aramaz. Maddeye işlenen güzelliği fark ettirir. Bu yüzden neyin vasıta, neyin gaye olduğunu da her an hatırlatır. Batı sanatı bu sebeple nefse hitap ederken, İslâm sanatı ruha hitap eder. Birinde manayı örten madde vardır. Birinde ise maddeyi örten mana vardır. Birinde kibrin yarışı vardır, birinde ise ilahi olanı hatırlama vardır. “İslâm sanatı her zaman, maddi şeylerin geçici ve zamansal özelliğinin vurgulandığı ve nesnelerin boşluğunun öneminin belirtildiği bir ortam oluşturmaya çalışır.”(4)

İslâm mimarisini böylesine ritme oturtan, disipline eden İslâm’dır. Mimari anlayışımız, dinin temelinden ve Müslümanların İslâmi bakış açılarının tezahürüyle şekillenmiştir. Haliyle İslâm mimarisi ruhu teskin ederken, Batı mimarisi, rokoko, gotik tarzı üslubuyla insanın ruhunu daraltıp boğmaktadır. İslâm mimarisi yatay biçimde gökyüzünü süslemenin, Batı mimarisi ise dikey üslubuyla gökyüzünü aşmanın, küçük tanrılar olmanın, şehvetin, nefsi tatmin etmenin eseridir.

Kaynaklar

1- Titus Burckhardt, İslâm Sanatı Dil ve Anlam, Önsöz, Klasik Yayınları, s. 21.

2- Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası -B-Yedi- Matla’ Beyitler, III. Cilt, İbda Yayınları, İst., 2014, s.171.

3- Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm Sanatı ve Maneviyatı, İnsan Yayınları, s. 239.

4- Nasr, a. g. e., s. 239.

Aylık Dergisi 198. Sayı Mart 2021

İslam ve Batı Mimarisine Dair -II-