Hadisler, Kur’ân’ın içinde gizli olanları açığa çıkaran, Peygamber (SAV)’in “aslı vahiy olan” mübarek söz ve davranışlarıdır. Kur’ân tohum, hadisler de onun çatlayıp ağaç olmuş hali gibidir; birbirinin “aynı”dır. (Tabii, İbda Hikemiyatı’nın bize öğrettiği bir şeyin aynı demek, o şeyin kendisi demek değildir hakikatini unutmadan.) İlahî emirler Resûlullah (SAV) vasıtasıyla gönderilmiştir ki, Müslümanlara rahmet olsun, ne çok gevşek ne de çok gergin olmasınlar; itidal üzere bulunsunlar... Hz. Resûlullah (SAV), kendisine tutunulduğunda kurtaracak olan Allah’ın ipidir. O, Allah ile insanlar arasında berzahtır. Bunları geçen sayılarımızda da ifade etmiştik. Farklı zaman ve mekânlarda o zaman ve mekânın hakkını vermek sûretiyle Müslümanların mizaçlarına göre takib edebilecekleri “ana cadde içinde farklı yollar/şeritler”in inşâını sağlamıştır. Bu yolların hepsi, Müslümanları şaşmaz bir dakiklikle nihaî istikamete götürür. Bu yollardan hiç biri diğeri ile hayırda yarışma haricinde niza halinde değildir ve İslâm tarihi, bunun şaşırtıcı misalleriyle doludur.
Doğru tektir, yanlış çok… Ancak bu tek doğruya bakıp onu bünyeleştiren insanların kapasiteleri, mizaçları, meşrebleri farklı farklıdır. Yani tek doğrunun insanlarda farklı tecellileri açığa çıkarması fıtratın gereğidir ve kaçınılmazdır. Allah, imtihan sırrı olarak insanları böyle yaratmış… İşte bu farklı tecellilerin kendini gösterdiği İslâm’daki ilk (ve numune) halka sahabelerdir. Sahabeler, kadro olarak toplu halde nübüvvet gibidir; O’ndan aldıklarını bünyeleştirdikten sonra istidatları istikametinde yansıtan ferdlerden müteşekkil bir topluluk… Mutlak Fikir’in ilk muhatabı ve temessül etmiş hali Hz. Peygamber (SAV)’in terbiyesinden geçerek dinin üçüncü ayağı olan “cemiyeti” tesis etmişlerdir. Sahabeler, haklarında birçok ayet bulunan üstün insanlardır.
İbda Mimarı’nın “Hakikat-i Ferdiyye/Ferdî Hakikat-Ferdin Hakikati”nin kendisi diye vasfettiği Peygamber Efendimiz (SAV), beşeriyet yumağının tüm uçlarını şahsında toplamış, doğru-iyi-güzel kıstaslarının kendisine nisbeten anlam kazanabildiği, insan türünün tek başına mümessili “gaye insan”dır. Onun sahabelerinin oluşturduğu topluluk da elbette “gaye/ideal cemiyet”… Peygamberimiz (SAV)’in temsil olunduğu “kökleri gökte, gövdesi yerde ‘hikmet ağacı’ Tûba”nın dalları, Allahualem O’nun sahabelerdir. Ağaç, o dalları “vasıtasıyla” hikmet meyvelerini verir durur. Her biri İslâm ana gövdesinin üzerini kendi mahiyetine uygun bir “zar” ile örten ve böylece İslâm’ın “aynı” hale gelen sonraki Müslümanlar, hem o dallardan yetişen meyvelerdir hem de o meyvelerden beslenen…
“Sahabelerim gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz” ulvî hitabının hedefi olan, yeryüzüne kendilerinden daha seçkin bir topluluk gelmemiş ve gelmeyecek Ashab-ı Kiram’ın yine Peygamberimiz (SAV)’in “hayırda yarışınız” emrine nasıl uyduklarına ve bu istikamette nasıl canla başla çalıştıklarına vakıf bahsi güzel bir örnektir. Önceki sayımızda İslâm’da ilk vakfı kuranın Peygamberimiz (SAV) olduğunu anlatmış, O’nu takibi kendilerine şiar edinmiş başta Hz. Ömer (RA) olmak üzere imkânı olan olmayan birçok sahabenin de kısa bir süre sonra vakıf ihdası işine giriştiğini ifade etmiştik. Hz. Ömer (RA)’ın Semg arazisini de bizzat O’ndan aldığı emir/tavsiye vakfettiğini kaynaklardan göstermiştik. Çoğu O’nun zamanında yapıldığından bu vakıfların aynı zamanda “sünnet” tasnifi içine girdiklerini de eklemiştik. İslâm şeriatının üçüncü dayanağı olan Sahabelerin gerek O’nun zamanında gerekse O’ndan sonra giriştikleri bu faaliyetler, kendilerinden sonraki vakıf hukukunu belirlemiştir.
Sahabelerin kurduğu vakıfların birçoğu günümüze kadar ulaşamamıştır. Emevîler, Abbasîler, Selçuklu, Memlûklu ve Osmanlı devirleri boyunca varlıklarını sürdürmüşlerse de, Suudilerin iktidara gelmesiyle büyük bir yıkım yaşamışlardır. Kemalist rejimin Osmanlı vakıflarını yağmalamasına benzer bir şekilde Suudiler de, Ashab-ı Kiram’ın izlerini silmek istercesine kendi topraklarındaki sahabe vakıflarını tarumar etmişlerdir. Bugün Mekke ve Medine’ye gidenler, bu tahribatın halen sürdüğünü maalesef çok kolay müşahade edebilirler. Birisi dinsizlik adına İslâm eserlerini yok ederken, diğeri sözde din adına onları ortadan kaldırmayı marifet addetmektedir.
İslâm vakıf hukukunun üçüncü ana dayanağı olduklarından, bundan sonraki birkaç sayımızı da Ashab-ı Kiram’ın vakıflarına tahsis etmeyi münasib gördük. Vakıflarını nasıl kurulduklarına, neleri vakfettiklerine kısa kısa değineceğiz. Ahmed Akgündüz’ün “Vakıf Müessesesi” ve Nazif Öztürk’ün “Elmalılı Hamdi Yazır Gözüyle Vakıflar” isimli eserleriyle Vecdi Akyüz’ün “Kutsal Metinlerimizde Vakıf Referansları” isimli makalesi bu bahisteki kaynaklarımızı oluşturmaktadır.
Dört Büyük Halife ile mevzumuzu açalım.
“Hulefâ-ı Raşidin”in Kurduğu Vakıflar
Hz. Ebu Bekir Vakıfları
Peygamberlerden sonra insanlığın en büyüğü Hz. Ebu Bekir (RA)’ın böylesi bir tasadduk imkânı olup da onu yapmaması mümkün mü? Onun da vakfı vardı. Biz sadece bunlardan Mekke’deki evlerini biliyoruz. Onun bu evleri habsedip satıştan alıkoyduğuna dair rivayetler mevcuttur; bunların çocuklarına miras kaldığına dair bir kayıt da bulunmamaktadır. Onun neslinden gelenler buralarda oturuyorlar ve aralarında paylaşmıyorlardı. Bunda iki ihtimal mevcuttur: Ya “sadaka-ı mevkufe” olduğunu biliyorlar ve ona göre davranıyorlardı. Ya da Hz. Ebu Bekir (RA)’ın şekilde muhafaza ediyorlardı. Bunlar, Hz. Ebu Bekir (RA)’ın evladından ihtiyaç sahibi olanlar faydalandığı ve miras olarak taksim edilmediğinden vakıf hükmündedirler. (Buhari Vesâyâ-28; Ebu Davud, Vesâyâ-13). Ancak muhtemelen nasıl idare olunacaklarına dair bir vakfiye bulunmadığından, “tabii vakıf” sayılırlar. Köprü, çeşme, vb. bazı vakıflar da böyledirler. Tamir ve tadili için bir kaynak ayrılmadığından, bunların bakımını üstlenen de ecir kazanır.
Bu evler Mekke’de meşhurdu, ancak şu anda yok olmuş vaziyettedirler.

Hz. Ömer vakıfları
Geçen sayımızda Hz. Ömer (RA)’ın ilk vakıf kuran ve vakfiye tanzim eden sahabe olduğunu belirtmiştik. Semg ismiyle meşhur bu vakıf ile alakalı hadisi önemine binaen tekrar iktibas ediyoruz.
“Hz. Ömer (RA)’ın ‘semg’ adında bir arzı var idi. ‘Ya Resûlullah (SAV) bir malım var ki, çok seviyorum, tasadduk edeyim mi?’ dedi. Hz. Resûlullah (SAV) da ‘Onun aslını, satılmamak, hibe ve miras olunmamak kaydıyla, tasadduk et’ dedi.”
Ömer el-Vâkıdî bildirmiştir ki, “Ömer (RA), halifeliği döneminde sadakasını yazdığı vakit, Muha­cir ve Ensar’dan bir takım kimseleri davet etti. Yazdığını getirtip bu şahıs­ları şahit tuttu. Derhal mesele duyuldu. Bunun üzerine Muhacir ve En­sar’dan hiçbir kimse bilmiyorum ki, mallarından bir malı, ebediyen satın alınmamak, hibe olunmamak, miras kalmamak üzere ‘sadaka-i müebbe­de’ yapmış olmasın.”
İslâm’da bizzat Hz. Peygamber (SAV)’in tesis ettiği Muhayrik vakfından sonra yapılmış ilk vakıf olduğu belirtilen bu sadaka, Hz. Peygamber (SAV)’e sorulup onun emri istikametinde kurulmuştur. Hatta Buhari’nin rivayetinden anlaşıldığına göre, vakıf ile mütevelliye ait şartları gösteren ifadeler de aslında Hz. Peygamber (SAV)’e aittir. Bu vakfın, vakfiyesi bize kadar gelen ve vakıf hukukuna daha uygun görünen ilk vakıf olduğunu kabul edebiliriz. Vakfın yönetimini ölümüne dek bizzat Hz. Ömer (RA) yürüttü. Bir rivayete göre bu vakfı, oğlu Abdullah yönetirdi. Daha sonra, ailenin en yaşlısı yönetti. (Hassâf, Ahkâm ül-Evkaf, 8)
Hz. Ömer (RA)’ın Semg arazisi vakfiyesi bütün istifham noktalarını gidermesi açısından sonraki vakıflara örnek olmuştur. Vakfiye şu şekildeydi:
“Salim bin Abdullah, Hz. Ömer (RA)’in ‘semg’ sadakasını bana okuttu. Şöyle idi: ‘O (Hz. Ömer) vefat eder ise, hayatta olduğu müddet­çe Hz. Hafsa (RAh) mütevelli olacak ve (vakıftan) Allah’ın istediği şekil­de infak edebilecektir. O öldükten sonra ailesinden en dirayetli bir kimse mütevelli olacaktır. (Vakfa) kim mütevelli olursa, onun aslını ebediyen satmayacak, hibe etmeyecektir. Gelirini dışarıya çıkartmamak ve kazanç sağlamaya yönelmemek kaydıyla kendisinin yemesinde ve arkadaşlarına ikramda bulunmasında bir beis yoktur. Vakfın gelirleri Allah’ın rızası­na uygun olarak, el açanlara, yoksullara, misafirlere, yakın akrabaya, yol­culara ve Allah yolunda dağıtılacaktır. Tasadduk edilen bu mallar ve vadide Hz. Muhammed (SAV)’in verdiği 100 sehim, hiçbir eksiltmeye gidil­meden semg ile beraber Allah Resulü (SAV)’in bir emri ve sünneti olarak vakfedilmiştir. Gerektiği zaman mütevellinin (bu malları işletmek üzere) köle satın almasında hiçbir mahsur yoktur.’”
Daha sonraları vakıf hukukuna “zürrî” tasnifi ile giren ve kişinin kendi çocuklarına yönelik yaptığı vakıflarla alakalı sakıncalara ileriki bölümlerde değineceğiz. Ancak ta o zaman bunların bir kısım sıkıntılara yol açabileceği görülmüş ve yazıya geçirilmiştir. Bu hususta Abdullah bin Cafer’den de şöyle bir nakil bulunmaktadır: “Hz. Ömer sadaka kitabını bize okuduğu zaman ben de oradaydım Yanında Muhacirler vardı. ‘Ya Emirü’l-mü’minin, sen hayır hesap edi­yor ve ona niyet eyliyorsun. Ben ise korkuyorum, hesapları ve niyetleri se­ninki gibi olmayan bir takım adamlar gelirler de, senin bu yaptığını kendilerine hüccet eylerler. Bu yüzden miras ortadan kalkar’ demek isti­yordum. Muhacirlere karşı cüretten hayâ ettim ve vazgeçtim. Zannediyorum ki, söyleseydim, hiç bir şey tasadduk etmezdi”
İbn-i Ömer’den gelen bir rivayete göre, Hz. Hafsa da bir sadaka vakfedip “Sadaka-i Ömer’e ekledi. Nafi ise, ibn-i Ömer (RA)’ın da bir sadaka tasadduk edip Ömer (RA) ve Hafsa (RAh)’ın sadakalarına ilave eylediğini söylemektedir. Ona göre bunlar halen (tabii o devir için) bu şekliyle devam etmektedir.
İslâm hukukunda vakıf idaresinin çerçevesini tayin eden şu rivayet son derece önemlidir. Rivayetin kaynağı Vâkidî: “(İmam) Ebu Yusuf bana ‘Hz. Ömer (RA)’ın vakfına dair ne malumatın var?’ diye sordu. Ben de şöyle dedim: “Abdullah bin Âmir bin Rabia demiş ki: ‘Hz. Ömer (RA) vakıfnamesini yazdığı zaman şahittim. Vakfı ilk tesis ettiği vakit, vakfın yönetimi kendi elinde idi. Vefatında kızı Hafsa (RAh)’ya geçti. Ömer (RA), vefat edinceye kadar vakfının mütevellisi idi.’ Ebu Yusuf da bunun üzerine ‘bizim aldığımız haber de böyledir. Bir vâkıf hayatında vakfının kendi elinde bulunmasını ve öldükten sonra falan ve falana ait olmasını şart etse caizdir. Görüyorsun ya, Hz. Ömer (RA)’ın yaptığı işte böyledir.’ dedi.”
İbn-i Ömer: “Hz. Ömer (RA) sadakasına birçok adamları ve akrabasını müte­velli yapardı. Bunlardan hayır gördüklerini bırakır, diğerlerini azlederdi”
Gelecek sayımızda Hz. Osman, Hz. Ali ve diğer Sahabelerin vakıflarına dair bilgiler vererek mevzumuza kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Baran Dergisi 469. Sayı