Bu bölümde bazı usûl meselelerine temas edilerek İslâm’a göre ilmin ne olduğu ve ilimlerin hangi usûle göre tasnif edileceği üzerinde durulacak, şer’î deliller kısaca verilerek İslâm’ın eşya ve hadiselere tatbik vasfından bahsedilecek ve sonuç bölümünde değerlendirmeler yapılacaktır.

Bazı Usûl Meseleleri

“Hukuk”u ilk defa bir “ilim” olarak ele alma şerefinin Müslüman bilginlere ait olduğunu ve bunun dünya hukuk literatüründe orijinal bir tür olarak yerini alan “usûl-i fıkh”ı ortaya koymaları suretiyle gerçekleştiğini hatırlatalım. Fıkıh alanındaki olumsuzluklar usûl-i fıkh’a yüklenirken, hukuk tefekkürünün ancak İslâm düşüncesi içinde şekilleneceğinin unutulmaması gerektiğini de ilave edelim.

İslâm’daki hak mezhepler her şeyden önce itikadî ve amelî sahalarda bir usûl demektir. İmâm-ı Rabbânî, İmam Gazâlî, Beyhakî, Nevevî gibi büyük âlimler isterse bir mezhep kurabilirlerdi, zira müçtehid zatlar idiler. Ancak onlar bir mezhebin usûlüne bağlı kaldılar, genel çerçeveyi bilinçli olarak aşmadılar. Mezheplerinin usulüne bağlı kalırken fikirde, ahlâkta ve iştigal ettikleri ilimlerde yenilik ve atılım yapmışlar ve bu açıdan bir usûl de getirmişlerdir. Hak mezheplere tâbi olmak şartıyla müceddid-yenileyici rollerini îfâ etmişlerdir.

Şu hususu belirtelim ki, geçmişteki her şeyi kutsal kabul eden ve şabloncu olan gelenekçilik doğru değildir. Bizim yolumuz günümüze bir şey söylemeyen kuru taklitçilik değildir. Körü körüne taklitçiliğin ifrad kutbu reformcular ise geçmişe ait bütün değerleri inkâr ederek, âdeta yeni bir din icadına kalkar. Bu iki yaklaşım da yanlıştır. Bizim savunduğumuz, gelenekli yenilikçiliktir. Tecdid faaliyetleri de budur. İmam Gazalî, İhya’nın başında bunu izah ediyor.

Temel usûl meselemiz, İslâmî ölçülere nasıl bakılması gerektiği meselesi olup bunun da “İslâma muhatap anlayış” dâvası demek olduğu tezimizin müdir fikridir. Bu mesele her şeyden önce bir usûl meselesi olarak tefekkür ve hikmeti icap eder ve İslâmî ilimlerde usulü de kapsayıcı olur. “Fikrin düzeni” demek olan diyalektik, “usûl” demektir ve Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun temel eseri olan İBDA Diyalektiği eserindeki isimde de görüldüğü üzere mesele, her şeyden önce bir usûl dâvasıdır. Bir şeyi anlamada usûl önem arzeder. İBDA’nın asıl zuhuru usûl davası iken, İslâm’a muhatap anlayışın “niçin” kanadını örgüleştirdiği için aynı zamanda esastır.

Usûl yönümüzü geliştirmemiz lazım, metodik düşünmeliyiz! Birçok bilgi, klasik İslâm metinlerinde ve ansiklopedilerde var, ancak metodlu bilgiler önemli! İrfan seviyesi de diyebileceğimiz usûl olmayınca bulduğumuz veya baktığımız bilgiyi doğru anlayıp, doğru kullanamayız. Günümüzde nice kişilerin Kur’an, Sünnet ve ulemanın sözlerinden kendi sapkın anlayışını çıkarması gibi durumlara düşmemek için usûl davası öncelikle idrak edilmeli, usulün edep demek olduğu da hatırlanmalıdır. Zâhir ve bâtın âlimi Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin, “İlim insanın cehlini alır, ahmaklık bâki kalır.” sözünü burada hatırlatmalıyız.

İlim kapısından girmeden önce veya girer girmez öğrenilecek bir usûl bilgisini verelim. Ârif âlimden üstündür. Âlim olunabilir, ancak ârif olunamaz. Bilgi, çalışma ile elde edilebilir ancak irfan sahibi olmak, ilim ile olacak bir şey değildir. İlim gereklidir, ancak irfan sahibi olunmazsa bir işe yaramaz, bilgi, sahibine yük olur. İrfanın Allah vergisi bir tarafı var. Burada ilm-i ledün mevzuu hatırlanmalıdır. Ve çalışmamız boyunca yaptığımız tesbit ve tahlillerde de görüldüğü üzere biz oturduğu yerden keşf ve ilham beklemekten bahsetmiyoruz. Şunu söylüyoruz ki, ilim sadece aklın ürünü iken, irfan ise duygulaşmış fikirdir, inanç haline gelmiş bilgidir. Hikmetin tanımında da bu husus vardır. Ârif, ilm-i ledün denilen ilahî hakikatler bilgisini hem öğrenmek ve çalışmak ile hem de ilhâm, hâl ve kalb yolu ile elde eder. Ârif kavramında sadece epistemolojik değil, ontolojik ve metafizik yön de vardır. Her şeyden önce meselenin ahlâk davasında düğümlendiğini tekrar hatırlatalım. Burada öğrenme ve çalışmanın ehemmiyetini ihmal etmiyor, kuru öğrenmenin de üstünde olan ve öğrenmeyle de etkileşim içinde olan bir irfan seviyesinden, idrak kıvılcımlarından bahsediyoruz.

İslâm Anlayışında İlim ve İlimlerin Tasnifi

İlimlerin hiyerarşisi (merâtıb) mevzu, varlık mertebeleri anlayışıyla yakından ilgilidir. Çünkü kâinat tasavvuruna göre ilimler tasnif edilir. İslâm anlayışına göre ilim, “vahiy ve Hazreti Peygamberden gelen her şey”dir. Sonra, “rivayet edilen bilgilerin belirli bir tertip ve düzen içerisinde tasnif ve tahliline” ilim denmiştir. “Rivayet” ilminin içine daha sonra “dirayet” girmiştir. Kelâm kitaplarında ilim, kadîm ve hâdis olmak üzere iki kısma ayrılır. Kadîm, Allah’ın zatıyla bulunan ilimdir ki, yaratılmış olanın bilgisine benzemez. Hâdis ilim ise zarûrî ve iktisadî kısımlarına ayrılır.(1) Bilginin derecelenmesi olarak aşağıdan yukarıya doğru duyular, akıl, kalp ve vahiy sıralaması yapılır. Naklî ve aklî ilimler şeklinde de tasnif edilir. Ancak bu husus sonraki asırlarda ortaya çıktı. Zira birbirleriyle alakasız alanlar intibaını veriyor. İslâm’da ilimler yatay değil, dikey sıralanır. Batıda ise yatay olarak sıralanır.

İslâm tefekkür tarihinde ilimlerin tasnifinde geniş bir literatür vardır. İslâm düşünce tarihinde İmam Gazâlî’nin en çok konuşulan ve çeşitli evrelerden geçerek olgunlaşan ilim tasnifini kısaca verelim. İmam Gazâlî er-Risaletü’l-Ledünniyye adlı eserinde ilimleri şer’î ve aklî olmak üzere iki gruba ayırmıştır. Usûl-i fıkha dair ilk eseri olan el-Menhûl’de ise şer’î ilimleri kelâm, usûl ve fıkıh olarak saymıştır. Ona göre fıkıh usûlü temel ilke ve önermelerini (mebâdi’) kelâm, fıkıh ve lugat ilminden almıştır. İmam Gazâlî İhyâu Ulûmiddin eserinde ilimleri dinî gereklilikleri açısından şer’î ilimler ve şer’î olmayan ilimler şeklinde iki kısma ayırmıştır. Son yazmış olduğu fıkıh usûlüne dair el-Mustasfa adlı eserinde ise ilimleri üç gruba ayırmıştır. 1. Sadece aklî olan ilimler (hesap, hendese ve nücûm ilimleri gibi), 2. Sadece naklî olan ilimler (tefsir ve hadis ilimleri gibi), 3. Hem aklî ve hem de naklî olan ilimler (fıkıh ve usûl-i fıkıh ilimleri gibi).(2)

Tasnifler şu şekilde topluca gruplandırılabilir: Aklî-naklî; şer’î-felsefî (veya yabancı); nazarî-amelî; ‘âlî (yüksek) - âlî (aleti) ilimler. Bazı ilimler her iki gurupta da yer alabilir. Mesela, usûl-i fıkhın aklî-naklî ilim ayırımında naklî yönü olan aklî bir ilim, nazarî-amelî ilim ayrımında amelî netice vermesi beklenen nazarî bir ilim olması gibi.

Çağımızda ilimlerin yeniden tasnifi ve birbirinden kopukluğun önlenmesi sadedinde şu tesbitleri de Ferhat Koca’dan aktaralım:

“İlmin ve bilimsel düşüncenin zamanımızda gösterdiği yeni gelişme ve değişmeler ile ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar da dikkate alınarak bütün İslâmî ilimlerin -ve tabiî bu arada usûl-i fıkhın- mahiyetleri, amaçları mebde ve meseleleri yeniden ele alınarak söz konusu ilimlerin sistematik ve içeriklerinde gerekli düzenlemeler, ıslah ve geliştirmeler yapılmalı; birbirinden kopuk ve bağımsız birer adacığa dönüşmüş ve aralarındaki ortak duygu, düşünce ve amaç birliğini kaybetmiş olan Temel İslâm Bilimleri tekrar bir organizmanın birbirinden ayrılmaz parçaları haline getirilmelidir.”(3)

Evet, doğru. Zira parça ancak bütüne bağlandığı nisbette bir anlam ifade eder.

Bir usûl ve tefekkür mevzuu olan şu noktaya da temas edelim. İslâmî ilimler-gayrî İslâmî ilimler diye bir ayrım biraz problemlidir. Başlangıçta ilim geleneğimizde fizik, kimya, astronomi vs. İslâmî ilimler içinde kabul ediliyordu. Bu ayrım son çağlarda olan bir husustur. Eski âlimler hem din ilimleri hem fen ilimlerinde uzman idiler. Zira bütün ilimler Allahın hakikatleridir. Şeriat-hakikat ilişkisini doğru kurar ve ilm-i ledün bahsini hatırlarsak, “şer’î olan ve olmayan ilimler ayırımı”nın, “Şeriat’a aykırı bir hakikat olamaz” hikmetinde eridiğini görürüz.(4)

Şer’î Deliller (Aslî ve Fer’î Deliller)

İslâmın aslî delilleri Kur’an, Sünnet, İcmâ ve Kıyas olup Edille-i Erbaa-Dört Temel Kaynak adını alır. Fer’î deliller ise, istihsan, mürsel maslahatlar, örf, sedd-i zerâi’ ve istishâb diye sayılır. Her bir basamak alta göre esas, üste göre usûl olurken, Kur’an ve Sünnet birlikteliği ve Sünnetin Kur’an’ın mutlak yorumu oluşu (Sünnetsiz Kur’an anlaşılmaz) bilinmelidir.

Fer’î deliller ise, istihsan, mürsel maslahatlar, örf, sedd-i zerâi’ ve istishâb diye sayılır. Biraz ayrıntı verelim: Kıyasın bir değişik şekli olarak, maslahat ve hakkaniyet mülahazasıyla açık kıyastan gizli kıyasa dönmek demek olan istihsan, daha ziyade Hanefilerce uygulanır. Mesela, taşınır malların vakfedilmeleri -umumî kaideye göre- câiz ve mûteber olmadığı halde, kitap, kapkaçak gibi şeylerin vakfı örf haline geldiği için istihsânen (istihsan yolu ile) câiz görülmüştür. Şâfiîler istihsanı reddeder. Ancak onlar da başka isim altında bu yöntemi kullanmışlardır. İstihsanın, mürsel maslahat ve istislâh mânâsında da kullanıldığını ilave edelim.

Aleyhinde delil olmayan ve insanların faydasına olan şeylere mürsel maslahat denir. Sahabe devrinde Kur’an-ı Kerim’in bir mushafta toplanması bu esasa dayanır. Mürsel maslahatlara göre hüküm verme yöntemine “istislâh” denir. Fayda ve maslahat prensibi açısından istihsan ile mürsel maslahatlar aynı iken, istihsanda şer’î delillerle hükmü belirlenmiş benzerleri vardır. Bir başka misal: Düşmandan ganimet olarak alınan malları taşımak mümkün olmayınca tekrar onlara geçmemesi için imha edilmesinin câiz olması gibi. “Menfaat sebebiyle kıyasın terki”, maslahatla hükme örnek olmaktadır.

Sedd-i zerâi’, harama giden yolu tıkamaktır. Şarap imal eden kimseye üzüm satmamak gibi...

İstishâb ise, aksine bir delil bulunmadıkça hali hazırda var olanı öteden beri var, yok olanı da yok kabul etmektir. Üç çeşidi vardır. İnsanlara, nesnelere ve hukukî hükme dâir. Bunlara sırasıyla misâl verelim: Berâet-i zimmet asıldır. Alacağı olan kimsenin bunu isbat etmesi gibi… Eşyada aslolan ibâhadır. Haram olduğu belirtilmeyen şeylerin mübahlığı gibi… Ve, şer’î hükmün vasfı değişmedikçe ona binâ edilmiş hükmün devam ediyor sayılması gibi.

İslâm’ın Bütün Çağlara Uygulanabilirliği

İslâm’ın yeni hadiseler karşısında tatbik edilebilme yeteneğini hadis-i şeriften izleyelim: Allah Resûlü, Yemen’e vali olarak gönderdiği Muaz b. Cebel’e, “Kur’an ve Sünnet’te bulamazsan ne yaparsın?” diye sormuş ve “İctihad ederim!” cevabı üzerine sahabîsini övmüştür.(5)

İlm-i ledün mevzuuna da misal olan, “Hurmalarınızı aşılayınız…Sizler dünyanın işlerini benden daha iyi bilirsiniz!”(6) hadisini de, dünyayı imarda Müslümanlara yetki verilmesi açısından zikredelim.

“Hurmaları aşılayınız!..” hadisi ile Allah Resûlü, dünyanın tecrûbî işlerinde bâtından haber vermenin olmayacağı ve o işin usûl ve kurallarına göre davranılması gerektiğini ifade eden bir düstur ortaya koymuştur. Böylece ilm-i ledün kategorisinde olarak, dünyanın tecrübî işlerinde fayda devşirmenin anahtarı da verilmiş oluyor. Bu meyanda Hazreti Ali’nin şu sözünü aktaralım: “Tecrübe, fayda ile birlikte ayrı bir ilimdir!”(7)… Bu hadisten çıkarılan hikmetleri işaretlemeye devam edelim: Bu hadis vesilesiyle Batı’daki “pragmatizm-faydacılık” felsefesinin de yeri ve hakikatinin İslâm’dan işaretlendiğini söyleyebiliriz. Zira eşya ve hadiselerden âzamî fayda devşirmek için istismar edilecek bir vasıta kıymeti taşıdığını görmekteyiz. İstismar; semerelendirme, faydalanma, işletme demek…Bu hadiste, belirli sebeplerden belirli neticelere varıldığı tesbit edilip bu hususta bilgili ve ehliyetli olmaya da vurgu yapılıyor. Bugün müsbet bilgiler harikasından başka bir şey olmayan Batı karşısında düştüğümüz durum da bu hadisin ihtar ettiği noktalar olarak bizi düşündürmelidir. Demek ki, bütün ilimleri kuru tekrar değil, aklın fetih haklarını yerine getirerek eşya ve hadiselere tatbik için bilmeliyiz… Tecrübî işleri kendine bağlayan bu hadis aynı zamanda kendi zamanımızda “topluluk hakikati” ile bütünleşmek ve ona bakışı ölçülendirmek demektir. “Topluluk hakikati”, Allah Resûlünün ve onun kitle ifadesi sahabîlerin tatbikatıdır. “Ölçüler yerli yerinde, ya ölçülere bakan göz nerede?” temel sorusunun muktezası olan “ölçülendirme ölçüleri” meselesi bir usûl davası olup bunun sistemli ifadesidir ki, çağımızın kurtarıcı reçetesi olur.

Bu hadisten; İslâmı eşya ve hadiseler zeminine tatbik edebilmenin mânâsını ve usulûnü de görmekteyiz. Allah Kur’an’da “Ben kulumu eşya ve hadiseleri teshir etmesi için kendime halife olarak yarattım.” (Bakara Sûresi, 2/30) buyuruyor. Eşya ve hadiselere tasarrufu yerine getirmek mevzuunda tecrübenin yerine göre kişiye özel olabileceğini ve bunun ilm-i ledün’ün kelime manasında da görülen “indî, zata mahsus” vasfı ile örtüştüğünü de hatırlatalım. Ancak “indî” derken hiçbir tecrübî veya ilmî temele dayanmayan kafadan atmasyonculuktan bahsetmiyoruz. “İlmî keşif” ifadesinde de geçtiği üzere, şeriate ve faydaya müteallik olan keşiften bahsediyoruz. Özetle bu hadis, LEDÜNNÎ ilmin dünyanın tevil ve tâbirine dair vasfının şeriat ölçüsü tarafından işaretlenişidir.(8)

Hz. Ömer’in İslâm devletini teşkilatlandırırken birçok usûl getirdiği de mâlumdur. Fethedilen Irak arazisini gaziler arasında dağıtmayıp devletin malı yapmıştır. Zira Hazret-i Ömer görmüştür ki, İslâm devletinin bu bölgelerde yayılması ve tutunması için bu uygulama şarttır. Hazreti Ömer’in yenileyiciliğine (ictihad) bir başka misal: Hazret-i Peygamberin müellefe-i kulûba zekât verme uygulamasını artık ihtiyaç kalmadığı gerekçesiyle kaldırmıştır. Burada ve birçok noktada “muradı kestirebilmek” davasına dikkat çekmek gerekir

Hanefî usûlündeki uygulama kabiliyeti ve Osmanlı tecrübesi üzerinde kısaca duralım. Devamlı dolaştıkları ve yeni bir şeyle karşılaştıkları için Orta Asya kültürü de denen çözümler bulma yeteneği Türklerde gelişmiştir. Hatta buna Hanefî hukuku da denmektedir. Mâlum olduğu üzere Hanefî hukuku Irak gibi yeni İslâm beldesi olan ve kozmopolit sayılan yerlerde neşet etmiştir. Bundan dolayı yeni hadiselere yeni çözümler üretmek hususunda daha kabiliyetlidir. İslâm dünyasının hiçbir yerinde Hanefî hukukunun Osmanlı kadar dinamik uygulanmadığı söylenir.

Değerlendirme ve Sonuç

İslâm’ın dışında hiçbir şey yoktur, toplu iğne ucu kadar olsa bile. İslâm’ın müsbet veya menfi ilgilenmediği hiçbir alan yoktur; menfi de olsa onu niteleyerek İslâm’ın hasrına alır. Bilginin kaynağı ve sezgi demek olan ilm-i ledün, şer’î meselelere zâhiren dahil olmayan yeni mevzulara çözümler bularak onları İslâm’ın tasarrufuna almanın adıdır. Din ve din dışı diye ayırım bize laiklik ilkesinden gelmiştir. Zira inancımıza göre her şey İslâm ile ilgilidir; ya meşrudur, yahut gayrı meşrudur. Dağda yaşayan bir hayvanın durumu bile bizi ilgilendirir. Mesela, çölde susayan bir köpeğe su verdi diye bir sahâbî cennetlik olmuştur. Bir kediyi bağlayarak onu açlıktan ölüme terk etti diye bir kadın da cehennemlik olmuştur. “Ameller niyetlere göredir.”(9) hadisine göre bütün amellerimiz İslâm’ın içindedir. İslâm itikadına göre hayır ve şer Allah’tandır. Şerri yaratan Allah’tır ancak rızası hayırdadır.

Yeni bir sistem ve metod ortaya koymanın, bilhassa kırılma dönemlerinde kendini dayattığına şâhid olmaktayız. İslâm toplumlarının ahlâkî, siyasî ve sosyal durumunu dert edinmiş ve çözümler aramış bilhassa düşünür ve sanatçı kişilerden bu mevzuda teklifler gelmektedir. Türkiye’de Mehmet Âkif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve Salih Mirzabeyoğlu’nu sayabiliriz. Necip Fazıl’ın sistem getiren Büyük Doğu İdeolocyası ve onun devlet ve idare teklifi olan Başyücelik Modeli’nin benzersiz ve kapsamlı olduğunu ifade edelim. Ferdî ve içtimaî hayatın bütün yönlerine cevap verebilen bir ideoloji bütünlüğünü hâiz olan BD-İBDA dünya görüşü, İslâma nisbetle bir usûl olurken (İslâma muhatap anlayış), aynı zamanda getirdiği sistem ile de çağının esası yâni müdîr fikir olmaktadır. Bir şeyin alta göre esas, üste göre usûl olmasına nazaran, Büyük Doğu’yu yürüten İBDA Diyalektiği de usûl ve metod olmaktadır. 

Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nu usûl-ahlâk-fikir-sanat-aksiyon vasıflarıyla niteleyebiliriz. Onların yenileyicilik misyonu olarak usûl ve ahlâkı başa aldım. Zaten fikir boyutu bunların içinde de yer almaktadır. Ayrıca bütün bunların itici gücü imân ve sanat çabası olarak işaretlenmelidir. Büyük deha ve misyon sahiplerinin aksiyonunda böyle bir itici güç muhakkak vardır. Ve bütün bunların aksiyonu ilzam ettiğini, aksi halde kanatsız kuş olacağını ilave edelim. Çağımızın sistem ve metod yenileyicilerinde aksiyon vasfı şarttır. Zira eski devirlerdeki gibi sistemi yürütecek İslâm devletleri yoktur.

İslâm âleminde usûlde yenileşme çabalarına eksik bir girişim olarak Hindistanlı Müslüman şair ve düşünür Muhammed İkbal’i zikredebiliriz. O, önce şiirleriyle toplumun hislerine tercüman olmuş, sonra fikirleriyle İslâm âlemindeki bunalımdan kurtuluş yollarını aramıştır. Bir İslâm şairi hüviyetiyle karşımıza çıkan İkbal, sadece Hindistan Müslümanlarının değil, başta hilafetin kaldırılması olmak üzere İslâm dünyasının tüm meseleleriyle ilgili idi. Önce uzak durduğu siyasetin içine de girdi, Pakistan’ın kuruluşunun fikir babası oldu, unutulmaz roller oynadı. “Şairin rüyası” diye nitelendirilen onun Pakistan fikri, ölümünden sonra gerçekleşti. İkbal’in İslâm’da Dinî Düşüncenin Yeniden İnşâsı eseri isminin de telkin ettiği üzere bir tür “ihya” çabasının ürünüdür. Bu çabası yetersiz olsa da ihtiyacı vurgulaması açısından dikkat çekicidir. İkbal’in biraz reformist yönünün olduğunu da hatırlatalım. İkbal’in aksiyon yönünün eksik olduğunu da ilave edelim.

Yeni usûl ve sistemin temel özelliği, içimize kadar girmiş olan Batı felsefesinin kritiğini yapmak ve dinî hayatı yeniden canlandırmaktır. Batının İslâm âleminde yol açtığı düşüncedeki bozulmayı (modernizm, yeni selefilik, ılımlı İslâm gibi) tesbit edip reddederken, fikirde ve fiilde İslâmî hayatı ve ilimleri yeniden tesis etmelidir. Bu da yeni bir sistem, metod ve bunun özümlenmesi demektir. İmam Gazâlî’nin ilimlerin başına koyduğu ulvî mânâda siyaset, sistem şuuruyla siyaset yâni aksiyon mânâsına gelmektedir. Düşüncede ihya olmadan ilimde ihya olamayacağını, aksi halde kuru bilgi tekrarına düşüleceğini ve bunun için de, ahlâk, usûl ve sistemli fikrin şart olduğunu belirtelim. Hayat tarzlarımıza ve alışkanlıklarımıza kadar girmiş olan Batı kültürünü de sistemli eleştiriye tâbi tutan ve “bizcesini” de bir dünya görüşü haysiyetiyle ortaya koyan mütefekkirin rolü olmadan ne İslâmî ilimler, ne de dinî hayat canlanabilir. Bunun için aksiyon şarttır ve buna siyaset-i şeriyye de diyebiliriz.

Kur’an, Sünnet, öbür şer’î deliller ve ilimler arasında bütüncül bakışın kurulması hayatî önemi haizdir. Bugün herkes bulunduğu yerden etrafa ateş açıyor, parçacı yaklaşımlar yaygın oluyor. İslâmî ilimleri bir bütün olarak anlamaktan uzak olan bugünkü klasik yöntem ile meseleleri tam çözemiyoruz. Her İslâm münevverinin veya ilim adamının, şer’î ve politik anlamda siyaseti bilmesi ve hadiselerin iç yüzünü okuması da gerekiyor. Komplo teorileri ve genellemeler yapmak veya farkında olunsun veya olunmasın Batı tarzı ılıman İslâm anlayışıyla hadiseleri yorumlamaktan sakınmalıyız. İslâm, nitelenen değil, niteleyendir.

“İdeolojik şuur” sahibi olmak temel şartının yanında psikoloji, sosyoloji ile Dinler ve Mezhepler Tarihi de iyi bilinmeli! Zira Batı, İslâm mezheplerini okuyarak ve içimize fitne saçarak geliyor. Batının terimleriyle onlara cevap vermemek için kendi ideolojimizin (dünya görüşü) kavramlarını muhakkak idrak etmeliyiz. En temel bir usûl şartı olarak ifade edilim ki, kendi “şuur süzgeci”mizi kuşanmazsak, eleştirdiklerimizi, onların şuur süzgeci ile eleştiririz ve bu da neticede onlara hizmet eder. Müslümanların verimsizliğe düşmesinin ve emeklerinin ortak bir havuza akmamasının asıl sebebi budur.

Dipnotlar

1-Nureddin es-Sâbûnî, Mâtürîdiyye Akaidi, trc. Bekir Topaloğlu, İFAV Yayınları, İstanbul, 2017, s. 49.

2-Ferhat Koca, “Birleşen ve Ayrışan Yönleriyle Usûl-i Fıkhın Kelâm, Tasavvuf ve İslâm Felsefesi ile Olan İlişkisi”, İSAV, İslâm Düşüncesinin Kurucu Unsurları: Usûl-i Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf ve İslâm Felsefesi, Ensar Yayınları, İstanbul, 2016, s. 187.

3-Ferhat Koca, a.g.m., s. 192.

4-Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Mutaribler, İBDA Yayınları, İstanbul, 2003, Cilt II, s. 225-226.

5-Tirmizî, Ahkâm, 3.

6-Müslim, Fedail, 141.

7-Salih Mirzabeyoğlu, Parakutâ’, İBDA Yayınları, İstanbul, 1997, s. 540.

8-Hem bu hadisin tefsiri hem de ilm-i ledün bahisleri için bakınız: Salih Mirzabeyoğlu, Parakutâ’, İBDA Yayınları, İstanbul, 1997, s. 36-44; Salih Mirzabeyoğlu, Diyalektiği, İBDA Yayınları, İstanbul, 2004, s. 92-108; Kâzım Albay, İlm-i Ledün ve İBDA, Baran Dergisi, Sayı 729, 31 Aralık 2020, s. 21.

9-Müslim, İmâret,3/1515.

Baran Dergisi 731.Sayı