Elinizde her şeyi kendisine nispetle değerlendireceğiniz tek ve mutlak bir değer ölçüsü yoksa bir şeyin kıymetini, ancak o şey karşısında izafî üstünlüğe sahip bir başka şeye bakarak tahmin edersiniz. Dünyanın karmaşıklığı, bu hengâmede bizi etkileyen çeşitli kuvvetlerin davranışlarımızı nasıl şekillendirdiğini çözme müşkülü, düşünce biçimimizi etkiler; söylediklerimiz arasında bir bağ kurma ihtiyacı duyarız. Düşünmeyi rahatsız edici bulur, farklı bir bakış açısıyla karşılaştığımızda sinirleniriz. Etraflıca düşünmek yerine, izafî kararlar almak bizim tabiî düşünme tarzımızdır. İnsanların çoğu bir karar verirken, bir şeyi bir başka şeye izafe etmediği sürece ne istediğini bilemez; hatta hayatlarımızda ne yapmak istediğimizin kararını dahi veremeyiz. Tâ ki düşündüğümüzü, içimizden geçeni yapan biriyle karşılaşıncaya kadar. Biri bizi yönlendirsin, ayaklarımızı yere sağlam bastırsın isteriz. Ne var ki cehlimize değil, bilgimizi onaylayan şeylere bakma eğilimimiz, izafiyetin kafa karıştıran mantığını çözmekteki basiretsizliğimiz, gerçekliği algılayışımızı sekteye uğratır; hatalı kararlar veririz. Bunun farkına varan, önemini kavrayanlar izafiyeti gayet operasyonel kullanabilmekte; pazarlamadan risk analizlerine, ılımlı İslâm’dan radikal İslâm’a, 11 Eylül’den Arap Baharı’na kadar bizi istedikleri istikamete rahatça yönlendirebilmektedirler. Daha da kötüsü, izafîyetin kısır döngüsünü kıramadığımız sürece, zamanımızı mâlumun ilâmı halinde, bilinene ve tekrarlanana odaklanarak heba etmekte; bir nevi kendi kendimize sürüleşmekteyiz. Muhakeme hataları katlanarak çoğalmakta, iç içe geçmiş ilişkiler “ağ etkisi”yle hiç tahmin edemeyeceğimiz bir boyuta evrilebilmektedir. Kaynakla insanlık arasına “ yeni bir manevi ideal” köprüsü kuran “ Büyük Sanatkâr,” bilgisizliklerinin farkında olmayan, suyu ta kaynağında bulandıranları; bakın nasıl uyarıyor.

“Hakikat, mutlak mıdır, izafî midir?” “Herkes için hakikat olan, ona hakikat görünendir” tezinden beri, izafîlik daima ZANLARIN farklı oldukları fenomenine, böylece de mihraksızlığa dayandı. Fakat burada gözden kaçan dava, burada izafî olanın hakikat değil zanlar olmasıdır. Birbirinden farklı zanlardan her birinin kendisini bir zan olarak kabul etmesi, TEK VE MUTLAK BİR HAKİKATİN BULUNMASINI ŞART KOŞAR! “ (S. Mirzabeyoğlu- Madde Nedir?)


Dünya tasarlayabilenin heyhat, konunun ana çizgilerini kaybeden modern dünyanın mimarları insanı düşünememiş, yeni ve gelişmiş sistemler tasarlarken, tasarımlarıyla hakikatin ilgisini dikkate almadan, insana mantıklı ve hesabî makineler olarak yaklaşmış; hata payı ve sınırlarını göz ardı etmişlerdir. Oysa “ mantık kullanana hizmet eden ikiyüzlü bir alettir” ve insanoğlu zannedilenin aksine, çoğu zaman akılcı değildir. İnsanlar her zaman makul ve mantıklı kararlar veremezler. Kararlarımızla ilgili tüm geçerli enformasyona sahip olduğumuz, zaman zaman yanlış kararlar alsak bile bunun piyasa kuvvetlerinin yardımıyla kısa sürede düzeleceği tezi, klâsik iktisadın varsayımlarından ibarettir. Aslında modern dünya insanı, kuvvetlerini kavrayamadığı; mülk sahibinin mülküne, tüketicinin harcamasına sahip çıkamadığı bir oyunun kuklasıdır. Direksiyona geçmekle arabanın kontrolünün bizde olduğu hissine kapılırız, oysa bu anlayış gerçeklikten çok arzularımız ve kendimizi nasıl görmek istediğimizle alâkalıdır.

Davranışlarımızda ve kararlarımızda büyük etkisi olan kuvvetleri ya ihmal eder ya da hafife alırız. Sonuçta, biriken muhakeme hataları hayatlarımız üzerinde etkili olur, büyük başarısızlıklara ve sonu hüsranla biten trajik olaylara yol açabilir. Bütün o zeki, akılcı, iyi yetişmiş kadrolarınıza rağmen, hiç yıkılmaz diye baktığınız kurumlar bir sabah uyandığınızda bakmışsınız ki, domino taşları gibi yerle bir olmuş. Tıpkı 2008 mortgage ve finansal krizinde olduğu gibi, hiç beklemediğiniz bir sürprizle karşılaşırsınız.

Teknolojik gelişmelerin insan fıtratına ters, adaptasyona imkân tanımayan hızı ile, insanın tekâmülü arasındaki uyumsuzluk dikkate alınırsa, bu vasatta elde ettiğimiz bilgi gerçekliğin tecellisinden çok temsilidir; kararlarımızda belirleyici olan da bu bilgidir. Dolayısıyla biz, bize bahşedilen imkânlarla sınırlıyken, karar alma tarzımızda bahse mevzu imkânların keyfiyet ve kesinliğiyle sınırlıdır. Zihnimizin kendine has kategoriler içinde eşya ve hadiseleri teshiri, dünyanın bize rasyonel gelecek şekilde yeniden tanzimi demektir ki, kendi yaptığımıza kendimiz tapıyoruz demektir; puta tapıcılıktan farksızdır. Tek fark, puta tapanla alay ederken, aynı şekilde bize bakıp eğlenen birileri olabileceği fikrini aklımıza getirmeyişimizdir. Zihnimize belirli bir bakış açısı yerleştirdiğimizde, görmek istediğimiz şeyi istediğimiz renge boyar, gerçekliği bize hizmet eden bir bakış açısından görürüz. Topluma sirayet etme imkânı bulan zihni kategorilerin inanmaya hazır hale getirildiğimiz, hatta programlanmış olduklarımız olduğu gerçeğini göz ardı ederiz.

Neoklâsik ( akılcı) iktisadın peşin kabullerine, yani insanların her zaman makul ve mantıklı kararlar veren hesaplı makineler olduğu varsayımına benzer saiklerle, piyasaların küreselleşmesi pek çok insan tarafından destekleniyor. Gerekçeleri de şu: Birçok yarı- bağımsız piyasa yerine, tek ve büyük bir küresel pazar likiditeyi ve verimliliği artıracak, mal ve hizmetlerin değiş- tokuşunda, finansal sermayenin dolaşımında yeni yöntemleri teşvik edecek ve sorunsuz bir ticaret ortamına imkân sağlayacaktır. Ne gariptir ki bu keyfi gerekçeleri ileri sürenler, bağımsız bir zihni yapıya sahip insanlardan neşet edecek çeşitliliğin, çok daha esnek- verimli- gelişime açık bir ekonomik güç haline gelebilecek ehemmiyeti haiz olduğunu; insan elinden çıkma piyasanın kusursuz olamayacağı gerçeğini unutmaktadırlar. Michael Crichton, Kayıp Dünya isimli romanında, başarının belli ellerde toplanmasıyla kültürel ve ekonomik hayatın küreselleşmesi arasındaki korelasyona, kaos teorisi bilimcisi Ian Malcom adlı karakterin ağzından şöyle dikkat çeker.

Tüm dünyanın bir telle birbirine bağlanması fikri kitlesel ölümle eşdeğerdir. Her biyolog en hızlı evrimin tecrit durumdaki küçük gruplarda olduğunu bilir. Bin tane kuşu okyanusta bir adaya koyduğunuzda çok hızlı evrim geçirirler. On bin kuşu büyük bir kıtaya koyduğunuzda evrimleri yavaşlar. Bizim türümüzde ise evrim çoğunlukla davranışlarımız aracılığıyla gerçekleşir. Uyarlanmak için davranışlarımızı yenileriz. Ve yeryüzündeki herkes, yenilenmenin sadece küçük gruplarda gerçekleştiğini bilir. Üç kişilik bir heyet oluşturduğunuzda onlara bir şey yaptırabilirsiniz. On kişiyle bu iş daha güçleşir. Otuz kişiyle hiçbir şey olmaz. Otuz milyonla ise imkânsız hale gelir. Bu kitlesel medyanın etkisidir ve herhangi bir şeyin olmasını engeller. Kitlesel medya, çeşitlilikleri bastırır, her yeri aynılaştırır — Bangkok, Tokyo ya da Londra hepsi aynıdır: Bir köşede McDonald’s, diğer bir köşede Benetton, yolun karşı tarafında Gap mağazası vardır. Bölgesel farklılıklar kaybolmuştur. Kitlesel medya dünyasında zirvedeki on kitap, on albüm, on film ve on fikir dışında her şey özürlüdür. İnsanlar yağmur ormanlarındaki canlı türlerinin çeşitliliği kayboluyor diye kaygılanıyor. Peki ya bizim en gerekli kaynağımız olan entelektüel çeşitliliğe ne olacak? Entelektüel çeşitlilik, ağaçlardan daha hızlı yok oluyor. Ama onu hesaba katmadığımız için, şimdi beş milyar insanı beraberce bir siber âleme yerleştirmeyi planlıyoruz. Bu, türlerin tamamım donduracak. Her şey birden bire duracak. Herkes aynı zamanda aynı şeyi düşünecek. Küresel tekdüzelik...

Karmaşık sistemlerde düzen ve değişim dengesini sağlamak kolay iş değildir. Dengenin kurulamadığı sistemler ya anlamsızlaşır ya da katılaşır. Her iki hâl de mevcut sistem için yıkılış demektir. Küreselleşmeyle birlikte başarı belli ellerde toplanırken, kültürel ve ekonomik hayat da çeşitliliğini yitirdi. Aslında küreselleşme, rızadan çok zorun dayattığı bir süreç. Batı modernliğinin evrenselci olduğu iddialarının çöktüğü bir dönemde, hem dinî hem de dünyevî olanı tekrar kalıba dökerek yeniden tanzim etme girişimidir.

“İnsan ve muradı olmadan eşyanın hakikati anlaşılamaz.” Bir takım parça parça hakikatlerden hareketle, eşyayı izafe edilmemesi gereken şeylere izafe ederken, yaptığımız muhakeme hatalarıyla cevheri ( hakikat nüvesi) kendi hakikatimize taşırız. Bizi doğrulayan, haklılığımızı teyid eden misâller üzerinde yoğunlaşıp,   paradoksal olarak edindiğimiz bilgi arttıkça, görüşlerimizin o denli doğrulandığı hissine kapılırız. Bilinenin bizi teyid eden kısımlarına odaklanıp, buradan bilinmeyene genelleme yaparız. Oysa hakiki addettiğimiz bir sıra doğrulayıcı bilgi mutlak mânâda delil teşkil etmez. Eşya ve hadiselere meçhule hürmet tavrı içinde bakmak, bilmediklerimizi bildiklerimizden önemli kılar. Önemli hadiselerin tam da beklemediğimiz için gerçekleşmesi ne kadar tuhaf ise, İlâhî tecellilerin de her şeyden ümidinizi kesmiş köşenizde beklerken ansızın çıkıp gelmesi o kadar manidar değil mi?

Aylık Dergisi 97. Sayı