Kimlerin ikâmet ettiği, ne dolapların döndüğü, kapalı kapılar ardında hangi tezgâhların kurulduğu pek bilinmeyen, ama ince zanaat erbabının mekanı olduğu söylenen esrarengiz/ esracengiz “bölge”; kapitalizmin “gerçek yuvası”dır. Buraya “çökmüş”, para mübadelesi dışında başka saiklerle silah gibi kullanılabilen değişik enstrümanları elinde tutan kapitalist güçler, sair devletlerin güç arayışlarını kendi genişlemelerinin manivelası gibi kullanma konusunda mahirdirler: Tıpkı, menkul kıymetler borsalarının değerli olanı değersiz, değersiz olanı değerli kılma ya da 2008 krizi dahil geçmişi sabıkalarla dolu, sermaye yapısına hâkim güçlerin istekleri doğrultusunda kararlar alan, istedikleri kurum ya da devletin kredi notu görünümünü keyfe keder revize eden kredi derecelendirme kuruluşlarının operasyonel kullanımında olduğu gibi.
Kapitalizm, bir dünya birikim ve yönetim sistemi olarak, birbirine zıt iki alanda birden gelişti. İlkinde, ifadesini mekânda bulan, toprağa dayalı hegemonyalar birbirinin yerine geçer ve devletlerle tanımlanırken; ikincisinde, mekâna bağlı olmayan sermaye birikim sistemlerinin nöbet değişikliği sürecinde, güçlü müteşebbis örgütlenmeler eliyle başarılı oldu: İngiltere ve Ceneviz örneklerinde olduğu gibi. İster devletlerin ister birikim dairelerinin yer değiştirmesi şeklinde olsun, hegemonyaların nöbet değişim süreçleri aynı zaman da krize girildiğinin de göstergesidir. Modern dünya sistemi bu dönemlerde ya yeni ve daha gelişmiş kurumlar üzerinde yeni bir yapılanmaya ya da yeniden başa; başlangıç konumuna geri dönmek gibi bir özelliğe sahip olagelmiştir. Bu özellik günümüzde yaşanan hercümerci de tavsif eder görünmektedir.Ancak, hegemonyaların önceki yer değiştirme süreçlerinden farklı olarak: çağdaş devletler arası sistemin artık daha fazla büyümeye imkân bırakmayacak kadar yayılmış ve dağılmış olması; iç içe geçmiş ekonomik ilişkiler, ‘‘ağ etkisi’’ sebebiyle bir yerde yaşanan problemin katlanarak büyümesi; aslında 1990’lı yıllarda İslâmi bir kimlikle Türkiye merkezli olarak gelişmesi gerekirken 28 Şubat süreci ve akabinde AKP’nin iktidara gelmesiyle/getirilmesiyle önü  kesilen sonrada orta oyununa dönüşen Arap Baharı, hangi kisveye bürüneceği belirsiz Amerikan Sonbaharı gibi devlet otoritesine baş kaldırıların Avrupa ülkelerini de içine alacak şekilde artması; Birleşmiş Milletler- Nato gibi devletlerüstü örgütleri yeniden ihya etme ihtiyacı v.b. gelişmeler, sistemin yeni ve daha gelişmiş temeller üzerinde yeniden bir yapılanışını değil de, sistemik birikim dairelerinin birbirinin yerine geçtiği modelin başkalaşmış bir biçiminin: Başını Amerika’nın çektiği “bölgesel” ya da “koalisyona dayalı” bir modelin vizyona konulmakta olduğu intibaını vermektedir.
Çağdaş devletler arası sistem, Amerikan hegemonyası altında yeniden yapılanırken içine, Fransa örneği taklit edilerek, hayâli standartlara göre oluşturulan imparatorluk bakiyesi devletleri ve sömürgelerin ortadan kalkmasıyla ortaya çıkan  Üçüncü Dünya ülkelerini de alacak şekilde genişledi.Ancak, hayali standartlara göre oluşturulan bu ulus-devletler hiçbir zaman batı normlarında, kapitalizmin beklentilerine cevap verecek düzeyde devlet olamadılar; ‘‘sözde devlet’’olarak kaldılar.Yönetici yönetilen ilişkileri de halkın refahını kitlesel tüketimde arayan Fordist-Keynescilik bağlamında yeniden düzenlendi.
Böylece çağdaş devletler arası sistem, bir taraftan içine aldığı devletlerle genişler; Amerika, BM-NATO-IMF gibi örgütleri, devletler arası sistem üzerinde yönetim aracı olarak kullanırken, diğer yandan işgücü, sermaye ve müteşebbis güçler için de cazibe merkezi olmaya devam etti.Ve dünya tarihinde ilk kez dünyanın tek elden yönetimi düşüncesi de Bretton Woods, Birleşmiş Milletler örgütü gibi devletler üstü örgütlenmeler nezdinde dillendirilir oldu. Ancak, idealleri pratiğe dönüştürmenin, hegemonya olmanın gereğini hem ‘‘tahakküm’’ hem de ‘‘moral önderlik’’anlamında yerine getirebilmenin maliyeti, Amerika’nın sahip olduğu ve sunabileceği maddi ve manevi kaynakları kat be kat aşmaktaydı. Karmaşıklığın ve kaosun giderek arttığı bir dünyada Amerika gibi güçlü bir devletin bile dünyanın tek elden yönetiminde asgari yönetim fonksiyonunu yerine getirmek için yeterli donanıma sahip olmadığının farkına varıldı ve sponsorluğunu Amerika’nın yaptığı dünya hükümeti düşüncesinden de vazgeçildi.
1970’li yıllarda gelen bunalımla birlikte devletçilik yerini liberal düzenin nimetlerine bırakırken, Amerika güç arayışlarında birbirine paralel seyreden üç sahada birden kriz yaşamaya başladı: Askeri olarak; Vietnam’da uğradığı hezimet sebebiyle Amerikan Ordusu ciddi bir sıkıntı içindeydi; malî olarak; Amerikan dolarına karşı güven krizi oluşur ve rezerv para alma özelliğini peyderpey yitirirken, yürüttüğü para politikaları da sürdürülebilir olmaktan uzak hatta imkansız bulunuyordu. İdeolojik olarak; komünizmle mücadele adı altında yürüttüğü faaliyetler inandırıcılığını yitirdi ve meşruiyet krizine düştü. Bu gelişmeler hem liderliğinin ciddi biçimde sorgulandığı hem de çözülüşünü hızlandıran süreçler oldu. Böylece, dünya güç dengesi üzerindeki kontrolünü yitirirken, ulus-devletlerin bozulma süreci de başlamış oldu.
Yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar modern yönetim sisteminin en ayırt edici özelliği, dünyanın kesin sınırlarla ayrılmış topraklar üzerinde, ulus-devletlerin yönetiminde meşru egemenlik alanlarına bölünmüş olması idi. Ancak, gerek devlet destekli örgütler gerek özel girişim örgütleri arası çok taraflı anlaşmalar ve devletler üstü örgütlerin etkin kullanımı; AB(Avrupa Birliği)-NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) gibi ekonomik blokların bölgeciliği ve demokrasinin geçirdiği değişim, dönüşüm neticesi parçalara gösterilen (Birey, kimlik, aidiyet…) dikkat yüzünden bütün idaresinin elden kaçması; ulus-devletlerin bozuluş ve çözülüşünü hızlandıran süreçler oldu.
Günümüzde yapılan düzenlemeleri ulus-devleti aşma ve dönüştürme isteğinin bir tezahürü olarak görmek gerekir. Bunlardan birincisi, ulus-devletlerin yanı sıra yer alan, fakat merkezin çekim gücünden kurtulmuş, bütünlenmiş, fonksiyonel bir misyon yüklenmiş “bölgeler” yaratıcı düzenlemeler yapma girişimidir. Bu düzenlemelerle ulus-devletler sistemin merkezi olmaktan çıkarken, özü itibariyle milli ekonomilerin önemli sektörleri üzerindeki yönetimin kapitalist ülke vatandaşlarının eline geçmesinden başka gaye tanımayan uluslararası şirketler sistemin merkezine yerleşmekte, sistemik kriz ortamı da bunların işini kolaylaştırmaktadır. Böylece, mekân işgal eden ama mekânla belirlenmeyen, insan merkezli bir örgütlenme modeli uygulamaya konulmaktadır. Arzu edilen: Devlet-toplum ayrıştırılırken, kutsal olanın demokrasi içinde emilmesi; sivil toplum yüceltilir, parçalara (birey, kimlik, aidiyet v.b) gösterilen dikkat yüzünden bütünün idaresi elden giderken, mülk sahibini (ferd-şirket-devlet) mülküne sahip olmaktan çıkarmak ve iktidarsızlık duygusunu arttırmaktır. 
Sürecin sahip olduğu özü; değişenin öncelikle batı düşüncesi değil kendini izah ederken kullandığı karşıtı olduğunu göstermesi bakımından zamanımızın bireyciliği gibi küresel dönüşümde de hadiselerin kendi mecraında akmasının getirdiği bir “rıza”dan çok itiraf edilmemiş bir zorakilik ve dayatma var. Rızaya dayalı yönü: Gelişmiş ülkeler “İbdaî bir vizyon” gerektiren konseptlerin tekelini elinde tutarken, angarya olarak görülen, ameliye ve hammaliye gerektiren işleri gelişmekte olan taşeron ülkelere devretmek. Zoraki ve dayatmacı yüzü oyuna daha önce dahil olan Japonya, Dört Asya Kaplanı gibi ülkeler ve yeni dahil olan Çin, Hindistan, Brezilya ve kıyısından köşesinden oyuna girmeye çalışan Türkiye gibi ülkeler alan daraltırken oyunun kurallarını değiştirmek. Oyuncu sayısı altı iken yirmiye, sahanın ebatları 50x100 iken 200x500 e çıkarmak gibi.
Küreselleşme nisbetinde nimetler belli ellerde toplanırken, halkın payına düşen de külfetleri oldu. Kaos ortamının ve dünyanın karmaşıklığının giderek arttığı günümüzde “kriz ilişkiler bütününden başka bir ilişkiler bütününe geçerek” küresel çöküş tehdidine dönüştü. Amerika, Batı Avrupa ülkelerinin durumu günün birinde kaybedeceği parayı biriktiren kumarbazdan farksız. Çin’in önünde avuç açmış kurtarılmayı bekliyorlar. Küresel krizde süreç, geriye yönelik. Yani, Hindistan’daki kelebeğin kanat çırpışları Amerika’da kasırgaya dönüştü. Dünyanın ekonomik düzenini geri dönülmez bir biçimde değiştirenler, ki kim oldukları sır değil hepsi hala görevinin başında, düzeni yeniden temin etmek için artık kasırgadan kelebeğe gitmek zorundalar. Problem “tersine mühendislik” problemi. Kaos ortamını, dünyanın karmaşıklığını ve iç içe geçmiş ilişkileri düşünürseniz durumun vahameti anlaşılır.
Yukarıda, yaşanan süreci esasını göstermek açısından; değişenin öncelikle batı düşüncesi değil, kendini izah ederken kullandığı karşıtıdır demiştik. Bunun tam zıddı halinde, “İslam Tasavvufu ve Batı Tefekkürü arasında kanatlarını açan ve ikinciyi birincinin önünde hesaba çekerek aslına irca eden İBDA’dır” ve en fazla ihtiyaç duymamız gereken bir çağda, biz bunu görmüyoruz. İşin vahameti: Dinin yerine konulan şeyler darmadağın olurken, mânada veya maddede inanılabilir olan yıkılıyor. Komünizm davasının ölüm sebebi de bu oldu. Dinin gereklerini şekil olarak yerine getiriyor olsak bile bunlarda ruh kalmadı. “Sır idrâkinin kuruduğu” bir düşünce ikliminden, geriye kala kala sadece “kuru akıl” ve “kaba mantık” kaldı.