Bir siyasi partiyi desteklerken, bu parti iktidar olursa maaşım artacak, beni ev sahibi yapacak, hayat pahalılığı düşecek gibi maddî saiklerle ya da seçim konuşmalarının “demagojik aksesuarı” haklar ve özgürlükler retoriğine aldanarak oy veren insanları hiç anlamadım. Kim İslâm’a daha yakın durduysa onu tercih ettim; aldatıldığımı bilsem dahi. Bu halkın ekseriyetinin de tercihini benzer saiklerle yaptığı inancındayım. Adalet ve Kalkınma Partisi 2002 yılında iktidara geldi. Başbakan “değiştim” dese de kadrolarının ekseriyeti İslâmî gelenekten gelen insanlar. Başbakanın 12 Haziran 2011 seçimlerinden sonra yaptığı balkon konuşması, Türkiye’nin dünya ve Ortadoğu Bölgesi’nde yeni bir rol oynayacağının da göstergesiydi. Bu, “artık oyunda ben de varım, beni de hesaba katın” demektir. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bu role soyunurken güttüğü politikanın özü: Batı’nın sömürgeci emelleri neticesi, yüzyıllardır mazlum ve mağdur olan Müslüman halkı ayağa kaldırmak ve Batı normlarını politikasına vasıta kılarak mağduriyetlerine son vermektir. Gerekirse bunu yeri geldiğinde diklenerek, Batı’ya kafa tutarak yapmaktır. Nitekim Davos Toplantısı’nda başbakanın İsrail’e karşı sergilediği sert tutum, bu davranışın hem Türkiye hem de bölge halkları üzerinde yarattığı memnuniyet, Türkiye’nin bölge insanının hislerine tercüman olduğunun göstergesidir.

Batı’nın sömürgeci hevesleri doğrultusunda, keyfe keder çizdiği sınırları açıktan açığa eleştirmek, bölge insanının kader birliğini yeniden tesis edecek iktisadî, siyasî ve kültürel politikalar geliştirmek, Anadolu merkez olmak üzere Ortadoğu’yu İslâm Dünyası’nın “gerçek yuvası” yapmak; Adalet ve Kalkınma Partisi’nin politikası olmalıdır.

Nasıl ki Batı, Yahudi-Hristiyan kültüründen evrenseli çıkardıysa, Adalet ve Kalkınma Partisi de kendi politikalarıyla âlemşümul olana yürürken, 1400 yıllık bir İslâmî kültürün üzerinde oturduğunu ve bunun paha biçilemez bir sermaye olduğunu unutmamalı. Bu yolda ihtiyaç duyacağı ideolojik, politik, kültürel donanımı ve kuşanması gereken düşünceyi bulacağı yer: “İslâm tasavvufu ve Batı tefekkürü arasında kanatlarını açmış, ikinciyi birincinin önünde hesaba çeken ve aslına irca eden İBDA’dır.”

Din ve devlet birbirinden ayrılamaz. Çünkü ikisi de hayatı düzenleyen, kurallar koyan kurumlardır. Otoriteyle gücün birleştiği siyasi iktidarlar laik olamaz. “Haçlı seferlerinin itiraf edilmemiş amacı, papalığa bağlı bir ordu kurmaktı.” Bu anlamda yasamayla yargının yürütmenin içinde eridiği sistemlerde, ki buna “modern krallık” da dahil, söz konusu olan kuvvetler ayrılığı değil; kuvvetler birliğidir. Yasayı yapan iktidarsa, yargıya düşen iktidarın yaptığı yasayı tekrardan ibarettir. Bu durumda kuvvetler ayrılığından söz edilemez. Laikliğin uygulanabildiği tek topluluk, kabile düzeyinde yaşayan, kutsalla kutsal olmayanı; ilkeyle uygulamayı; otoriteyle gücü tam ayıran, devletleşmemiş ilkel topluluklardır.

Öncelikle Avrupa sonra da tüm dünya toplumlarını farklı biçimlerde, derinden etkileyen modernizmi tavsif etmekte laisizm ve sekülarizm kavramları yetersiz kalıyor. Sürecin sahip olduğu özü göstermesi açısından, hareketi en iyi nitelendiren kavram “dinden kopuş”tur. Hareket dinselliğin içten içe kemirilmesiyle ilerlerken; din de siyasal olarak düzenlenir, işlemden geçer ve moderne tahvil edilmiş haliyle kamusal alana aktarılır. Ne var ki mukaddes değerlere meydan okumak üzere kurulmuş sistemin temelleri dağılmaya, kaynakları kurumaya başlamıştır. Derinlerde ve sessizce gelişen bu olay, Avrupa tarihinde büyük bir kopuşun habercisidir. “Parçalara gösterilen dikkat sebebiyle bütünün idaresi elden kaçarken”; din-devlet, devlet-toplum ilişkilerinde yaşanan dönüşüm demokrasiyi de bütünüyle değiştirmiştir. Toplum şeffaflaştıkça fluluk da artmaktadır. Kendine ait her türlü bilgiye sahip ferd bütünüyle kendini anlayamamakta, bireysellik adına dışarıdan dayatılan yükün ağırlığı altında kaybolup gitmektedir.

Aylık Dergisi 88. Sayı (Ocak 2012)