17. asırda Avrupa’da müsbet ilimlerde, bilhassa teorik ilimlerde yaşanan büyük sıçrayışın neticesinin diğer sahalara da sirayeti mukadderdi. Eşya ve hadiselerin akılla izah edilebileceğine duyulan güven zirve noktasına çıkmıştı; mesele, sonuçları doğuran sebebleri ve bulunan sebeb ile sonuç arasındaki münasebeti keşfetmekten ibaretti. Bu “özgüven” ortamında en başta felsefeye, akabinde dine ve kaçınılmaz olarak iktisada el atıldı. Bilimsel metodun kullanımıyla sosyal hadiselerin analizleri yapılmaya başlandı. Analizle her fenomenin aslî ciheti ve yan unsurlarının ne olduğu belirlenirse, buradan elde edilecek veriler marifetiyle insanların hayatlarını kendilerine göre tanzim edebilecekleri, daha düzgün ve müreffeh bir hayat sürebilecekleri bir kurallar bütününe ulaşılabileceği düşünülmekteydi. Keşifler keşifleri izledi ve özgüven daha da pekişti. Bilimsel metodların iktisad sahasına ilk tatbikini İngiliz merkantilist iktisadçılarında ve Fransız fizyokratlarında görmekteyiz. Geçen hafta İngiliz iktisad telakkisinin 18. Yüzyılda vardığı noktayı sergileyen Adam Smith’in sermaye özelinde görüşlerine yer vermiştik. Smith, döneminde ve sonraki asırda İngiliz iktisad anlayışının ana referans noktasını teşkil etmişti.

Adam Smith olsun, ondan önceki ve sonraki İngiliz ve diğer Avrupalı iktisadçılar olsun, işin doğrusu sermaye konusunu bir çeşit kazanılmış hak olarak düşünmekteydiler. Sermaye onların nazarında, insanların emeklerinin karşılığında elde ettikleri birikimdi. Kişilerin kendilerinin ya da ailelerinin uzun yıllar (hatta asırlar) boyunca biriktirdiklerinin hammadde, toprak ve başka emekleri satın alması yoluyla büyümesi de haddi zatında normaldi. Sermaye, ortaçağlarda Tanrı’nın çalışarak gayret gösterenlere, kısmetleri ölçüsünde verdiği bir hisse, bilhassa da “para”  olarak algılanırken, sonradan kişinin azmi ve şahsî becerileri neticesinde kazandığı mülkler biçiminde anlaşılmaya başlandı. Şahsi mülkiyetin dokunulmazlığı, Avrupa’da kökleri Roma’ya kadar uzanan ve tartışılması dahi kabul edilmeyen mukaddes bir ölçüydü. Feodallerin ve kralların Kilise ile kavgalarının temel sâiki de, ruhban sınıfının denkleme Tanrı’yı sokarak bu kuralı tanımama hakkını kendilerinde görmeleriydi.

Rasyonalizmin getirdiği her şeyin mutlaka ama mutlaka akıl yoluyla çözülebileceği ön kabulü, yaşananların analitik usullerle incelenmesini ve bu inceleme neticesinde gün ışığına çıkacak ferd ve cemiyeti yöneten kanunların tesbitini zorunlu kılmaktaydı. Akabinde bu kanunlara istinaden nazarî bir çerçeve tertib olunacak ve bu çerçeveye istinaden hayatı düzenleyen kurallar ihdas olunacaktı. Zira insan aklından üstün yol gösterici yoktu; o halde insanları yönetecek kuralların bu şekilde tayininden başka bir seçenek mevcut değildi. Ama aynı zamanda, aklın muhakeme için “sabitlere” ihtiyacı olduğundan, bir ön kabul olarak bu sabitler hem istinad işlevi görmekte, hem de muhakemenin sıkıştığı noktada mesele kendilerine havale edilmekteydi; halen de öyledir. İlginçtir, sabitler mahiyetleri itibariyle ispatlanamaz durumdadırlar ve bu vaziyetleriyle aslında tamamen metafiziktirler. Biraz basitleştirerek aktardığımız son asırların dünyaya egemen zihniyetinin işleyiş mekanizması, dünyayı algılama sürecinde, istikracı (tümevarımcı) ve tahlilci metodu benimserken, kural ihdasında birden ta’lilci (tümdengelimci) ve faydacı bir hale bürünmektedir. Bu zihniyetin sermayeye yaklaşımında mezkur hususun çok belirgin bir hal aldığını görmekteyiz.
Sermayenin tahlil vasıtasıyla unsurlarına ayrıştırılmasını, toprağın, hammaddelerin ve kimi diğer manevî hususiyetlerin (şahsî zekâ, beceri, itibar, vs.) farklı şekillerde ele alınmasını bir kenara koyacak olursak, sermaye ve özel mülkiyet birbiriyle çoğu noktada içiçe geçmiş bir manzara arz etmektedir. Bizim ısrarla vurguladığımız sermaye artırımının sınırı yok, elinde imkân olduğu sürece insanın nefsi tatmin olana kadar devam eder teşhisini özel mülkiyet bahsine de tatbik edebiliriz. Bunun bir iddia değil, bilakis bütün Batı iktisadının temelini oluşturan bir mütearife/aksiyom olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira, bütün Batı iktisadiyatının sloganı “herkesin kendi çıkarını düşündüğü”dür.

Ancak, diğer taraftan, Batılı iktisadçıların, bir cemiyette iktisadî bir hayatın olabilmesi için sermayeyi olmazsa olmaz bir mütearife şeklinde ele almalarında ve hepsinin (buna Marksistler de dâhil), zımnen de olsa, sermayenin olmadığı bir cemiyette iktisadın mümkün olmadığı yönündeki düşüncelerinde haklılık payı vardır. Sermaye, onlara göre, cemiyetin iktisadî hayatını tanzim eden denge unsurudur ve onsuz iktisadî organizasyon olamaz; hele büyümeden hiç bahsedilemez. Zira büyümenin getirdiği fazlanın (artı değerin, kârın, vs.) birikimi, adına ne derseniz deyin, sermaye olacaktır; ister belli ellerde toplansın, ister cemiyette belli nisbetlerde dağılsın. Kişinin geçimi üzerindeki her birikimi tabii halde sermaye biçimini almaktadır. Geçen hafta da ifade ettiğimiz gibi, görüşler arasındaki farklılık, sermayenin varlığından değil, kimin denetiminde olacağı meselesinden doğmaktadır. İşte burada “sermayenin kaynağı emektir; sermaye birikmiş emektir” çözümlemesini yapan Smith ve Ricardo gibilerin fikirlerini ödünç alarak Marks, zımnen, sermayenin, proletaryanın (varlığı mecburi) “temsilcilerinin” müşfik kollarına teslim edilmesi gerektiğini söylemektedir. Kapitalistler ise, sermayeyi sürekli yatırıma ve üretime dönüştürüp ülkeyi zenginleştirecek, halkın geneline göre sayıca (mecburen) az bir kesimin eline verme taraftarıdır.

İngiliz iktisadçıları arasında mümtaz bir mevkii bulunan Ricardo’nun ziraat, sermaye, emek, değer ve ücretler konusunda yürüttüğü tahlillerin ana dayanağını, kendi gözlemlerinin yanı sıra o devrin bu hususlarda yazılmış eserleri oluşturmaktaydı. 1772 yılında Londra’da doğan David Ricardo, Hollanda’dan İngiltere’ye göç ettikten sonra borsadan servet yapan bir Sefarad Yahudi’si sermayedarın oğluydu. Otuz yaşına gelmeden çok zengin bir adam olan genç Ricardo, borsada babasının olduğundan da başarılıydı. 1823’te elli bir yaşındayken ani bir rahatsızlık sonucu öldü. İktisatla tanışması 1799’da Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği”ni okumasıyla başladı ve o zamandan ölümüne kadar zamanının politik iktisat konuları üzerinde inceleme ve yazmayla, servetini büyütme arasında paylaştırdı. Bu arada Ricardo ile alakalı malumat konusunda William Barber’in İktisadî Düşünce Tarihi isimli eserinden faydalandığımızı söyleyelim.

Ricardo’nun kapitalizmin nasıl işlediğine dair mücerret bir model kurma ve sonra da bu modelin bütün mantıkî yansımalarını tarifteki kabiliyeti, gerçekten zamanı için çok yeniydi. İktisadî model tesisinde kullandığı usûl, günümüze kadar iktisad nazariyelerine hâkim olan ta’lilci (tümdengelimci) iktisadî modeller tarzını yerleştirdi. Tartıştığı temel nazarî konular; kâr ve rant teorisi, değer teorisi, uluslararası ticarette izafî üstünlük teorisiydi. Malthus’un zenginlik ve bolluk teorisini de bu denklem içinde incelemekteydi. 1817 yılında basılan ve iktisadî sahadaki temel çalışması olan Politik Ekonominin ve Vergilendirmenin Temelleri (Principles of Political Economy and Taxation) adlı eserinde, politik ekonomide temel mesele olarak gördüğü konuyu şöyle dile getirmekteydi:

“Toprağın ürünü, emeğin, makinenin ve sermayenin birlikte uygulanmasıyla yüzeyinden elde edilenlerin tümü, toplumun üç sınıfı, yani toprağın sahibi, toprağın ekimi için gerekli sermaye stokunun sahibi ve çalışmalarıyla toprağı işleyen emekçiler arasında bölünür. Bu bölüşümü hangi yasaların belirlediği Politik Ekonomi’nin meselesidir.”
Ricardo çalkantılı bir dönemde yaşadı ve Fransız Devrimi’nden (1789), sanayi devriminden (1760-1840), işçi sınıfının artan huzursuzluğundan ve İngiliz kapitalistleriyle toprak sahibi aristokrat sınıflar arasındaki siyasî mücadeleden etkilendi. İşçi sınıfına yaklaşımı temelde Malthus’tan farklı değildi. Malthus’un nüfus teorisi, doğal kaynaklar ve emekçilerin yoksulluk nedenleriyle ilgili vardığı sonuçları kabul etmekteydi.

Bununla beraber, Malthus ile Ricardo arasında kapitalistler ve toprak sahipleri arasındaki çatışmadan dolayı entelektüel bir ayrılık vardı. Ricardo, kapitalist sınıfın çıkarlarının istikrarlı bir savunucusuydu. Ricardo’nun modelinde rant (toprak sahiplerinin elde ettiği kira geliri), kârın azalmasının doğrudan sorumlusuydu. Kârların gerilemesi sermaye birikiminin azalması demekti ve dolayısıyla ekonomik büyümenin yavaşlaması ve genel içtimaî refahın gerilemesi anlamına geliyordu.

Sermaye birikiminin ancak artı değer ile, yani hammadde, emek, rantiye ve amortisman giderlerinden artakalan bakiye ile mümkün olduğunu söylemekteydi. Bu zaten bildik bir görüştü. Fakat sermayenin birikmiş emekten ibaret olduğu, birikimin de sermaye sahibinin doğrudan emeği olmayıp satın aldığı emeklerden oluştuğu görüşü yeniydi. Ona göre, üretimdeki emek faktörünün sermaye ile yönlendirilmesiyle oluşan yeni emek birikimleri, ücretlerini aldıktan sonra teorik olarak çekilir ve ortaya daha yükselmiş yeni bir sermaye meblağı kalırdı. Dolayısıyla iktisaddaki genel geçer miyarı da tesbit etmiş bulunmaktaydı: Emek. İktisadî bölüşüm ve fiyat oluşumunda en sıhhatli metod, ona göre emeğin barem olarak kullanılmasıydı.

Ricardo, bütün ticari malları biri diğerinden daha etkili bir biçimde üretmesi halinde bile, serbest uluslararası ticaretin iki ülkenin de yararına olacağını ısrarla savunan ilk iktisadçıdır. Bu düşüncesi “karşılaştırmalı üstünlükler teorisi” ismiyle bilinmektedir. Bir ülkenin uluslararası ticarette diğer bir ülkeyle karşılıklı fayda sağlaması için herhangi bir malın üretiminde “mutlak üstünlük”e ihtiyacı olmadığını ileri sürmekteydi. Mutlak üstünlük, üretimde daha fazla verim elde edebilme ya da daha az emek harcama demekti. Ülkelerden her biri eğer “izafî bir üstünlük”e sahipse, iki ülke de ticaretten fayda sağlayabilirdi. Ticaretteki her artış “mal kütlelerinde ve zevklerde güçlü bir artışa katkıda bulunacaktır” demişti. Ticaretteki her sınırlama, aynı şekilde, bu durumun tersine bir sonuç verecekti.

Ayrıca, değeri olan bütün malların faydası olması gerektiğini, aksi takdirde pazarlanabilir olamayacaklarını, buna mukabil faydanın değeri ayarlamadığını ileri sürdü. Ricardo, bundan dolayı, fayda teorisinin ancak çoğaltılamaz birkaç lüks malın fiyatını izah edebileceğini, diğer taraftan emek teorisinin serbestçe çoğaltılabilen tüm malların fiyatını açıklayabileceğini düşünmekteydi. Diğer bir deyişle, emek teorisini mal üretimi ve mübadelesinin içtimaî cihetlerine odaklarken, fayda teorisini mübadelenin sadece ferdî cihetlerine hasretmekteydi.

Baran Dergisi 528. Sayı