Türkiye’de hemen herkes, hemen her gün, düğün-dernek, cenaze-yemek demeden, bulduğu her ortamda siyaset konuşuyor; siyasetle yatıp siyasetle kalkıyor. İşin tuhaf tarafı, hiç kimse ben bu bilgimle, bu kültürümle neyi ne kadar doğru bilebilirim, kararlarımda, tercihlerimde yanılıyor olabilir miyim, gibi bir soruyu kendine sorma ihtiyacı duymuyor… Herkes her şeyi biliyor. Dahası, bilmemek para ediyor! Her soruya cevap, her soruna çözüm bulmakta hiçbir zorluk çekmiyor. Sen ne söylersen söyle ben bildiğimi sallarım, hesabı bildiğini okuyor; bilmediğini bilmediği gibi öğrenmek de istemiyor. Zihnine yerleştirdiği belli bir bakış açısıyla sadece görmek istediğini görüyor, duymak istediğini duyuyor. Kendisini doğrulayacak delilleri arayıp buluyor, buldukça da haklı olduğu hissine kapılıyor. Zamanını, bilinene ve tekrarlanana odaklanarak boş laflarla geçiriyor.

Oysa, tarafların birbirini yitirdiği, verimsiz itiş kakışların yaşandığı, kendini bilenlerin dillerini yuttuğu bu seviyesiz ortamlarda konuşulanların siyasetle bir ilgisi yok, bu anlayışla bir yere varmak da mümkün değil. Çünkü, siyaset ve siyaset konuşmak bu kadar basit ve sığ zeminlerde yapılacak bir iş değil… Siyaset, en basit ve somut insan ilişkilerinden, en karmaşık ve soyut olanına kadar sosyal alanı tümüyle kuşatan ilişkiler ağının genel adıdır. Bu da, siyasetin öncelikle bir sanat ve kültürel kurallar sistemi olduğunu, mânâ unsuru olmadan kültürel olguların olamayacağını, mânâ unsurunun tutunduğu kültürel olgunun niteliğini kökten değiştirdiğini bilmeyi gerektiriyor.

Ne var ki, siyasetin dışında kalan bir tek insan ilişkisi ve faaliyeti olabileceğini düşünmek, siyasî bir tavır ve duruş sergilemek imkânsız olmasına rağmen bizde siyasetle kültür arasındaki ilişki neredeyse hiç konuşulmaz. Seçime giren partilerin kültür anlayışı birbirinin aynıdır. Parti programlarına bir bakın; kültür politikalarının olmadığını, kültürel anlayışlarının resmî ideolojinin biçimlendirdiği ideolojik yaklaşımdan ibaret olduğunu görürsünüz.

Bu açıdan bakınca, durum hem siyasî partiler hem de seçmenler açısından oldukça vahim… Siyasî partiler, bir şekilde iktidara gelmekle, kendilerine sorulmadan alınmış kararların uygulayıcısı olmakla, siyasî kararların sorumluluğunu yüklenmek ve seçmenlere önemli olduklarını hissettirmekle tatmin olurken; yönetilenler de seçimden seçime kendilerini gösterebilmenin, kime oy verirlerse versinler, seçimin, genelde, temsilciler ötesinde, sisteme olan rızalarını gösteren bir mekanizma olduğunu bilmemenin rahatlığı içindeler.

Hâsılı, her iki kesim de, tabanla tavan arasında kapanmaz bir mesafenin hep olacağından, iktidar olunsa bile kültürel iktidar elde edilmeden muktedir olunamayacağından, kültürel iktidarın da ait olduğu alana olan aidiyetini ve tedai ettirdiklerini yitirmesiyle gücünü de yitireceğinden habersiz.

Onun için de, siyaset yelpazesinin sağında yer alan, kendini gelenekçi-muhafazakâr bir konuma yerleştiren, özellikle mahalli değerlerin koruyucusu olduğunu vurgulayan sağ partilerin de; kendi değerlerine yabancılaşmış, laik dinselliği haiz sembollerle bütünleşmiş, dinle çatışmaktan beslenen sol partilerin de kapsamlı bir kültür politikası yok…

Her iki kesim de kültürü ideoloji üstü ve dokunulmaz bir olgu olarak görüyor, resmî ideolojinin biçimlendirdiği ideolojik yaklaşımı benimsemeyi yeterli buluyor, kültürün belirleyicisi ve aslî sahibi olarak devleti kabul ediyor. Birbirlerinin uygulamalarını yok sayan, kültürü kendi çıkarları istikametinde kullanmakta hiçbir beis görmeyen iktidarlar değiştikçe, kültür politikası da değişiyor, her iktidar her şeyi yeniden başlatıyor. Bu da ister istemez siyasî madrabazlığa ve popüler kültüre çanak tutuyor.

Oysa dünyanın hiçbir yerinde devlet, toplumsal ve kültürel süreçlerin canlı ve yaratıcı yanlarına yeterli bir tanıma getirmeyen, kitleleri uyuşturan ve yozlaştıran popüler kültürün üretimine ve desteklenmesine katkı sunmaz. Asrını yansıtan ruh, düşünce, söz ve eserlerin sıradanlaştırılmasına izin vermez… Devlet, insanı en yüce sanatın ilkelerinin bilgisine ulaştıracak, eşya ve hadislerin teshirinde tam bir tanıma sağlayacak “yüksek kültür”den yanadır. Bu kültür olgusunu başlatacak, ihdas edecek yahut ithâl edecek olan da toplumun üst kesimidir, alt tabaka üsttekileri taklid eder. Nitekim kültürel olguların hareketliliği, dağılımı ve akış istikameti de, aşağıya, üst sınıflardan alt sınıflara doğrudur.

Ne var ki, nüfuz ve sirayet eden kültürle, kendine nüfuz ve sirayet edilen kültür birbirine nisbetle temelde ayrıysa, bu takdirde, kültürler arası geçişlilik de rızaya dayalı bir geçiş olmaz. Nüfûz ve sirayet eden kültürel olguların yayılımı ve toplumsallaşması için kuvvet kullanmak gerekir. Avrupalı olmayan metodlarla Avrupalılaştırma sürecinde, hem Tanzimat hem Kemâlist dönemde, zora dayalı bu metod defalarca ve acımasızca kullanıldı. Peki, maksad hâsıl oldu mu? Oldu. Hem de fazlasıyla… Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı, teb’ası olan toplumlar dönüştürüldü, kolektif şuur bozuldu. Bir gecede hafızası sıfırlanan toplum kendi hazinesinin dilencisi olarak yaşamaya başladı.

Tüm kurucu unsurlarımız dışarısı olduğu için de kendimize ait bir bilimimiz, edebiyatımız, sanatımız olmadı. Rejim savunuculuğu “aydın” olmakla özdeşleşince, entelektüel alandaki boşluğu doldurmayan aydınımız, meselelerin çözümüne derinlikli bir yaklaşım geliştiremediği gibi, Batı’da üretilen kavramların Türkiye’deki kötü bir uygulayıcısı olmaktan öteye de gidemedi. Zihnî kolonyalizme gönüllü koşulmanın “ödül”ü olarak eline tutuşturulan oyuncakları yüksek ve değerli bularak yaşamak kendisine yetti. Bunlar adına utanmak da dininin, dilinin ve devletinin tiryakisi olan insanımıza kaldı. İçinde en ufak bir şüphe kalmamacasına dönmüş bu “garbzede”lerin hadiseye yanaşan şuurunun ne kadar sakat, aklen ve ahlâken ne kadar pejmürde olduklarını görmek isteyen, bunların Batılı formlar içinde yeniden ürettikleri ve bize de okuttukları değerlere bir baksın, İslâm dünyasını Hıristiyanlık üzerinden okuduklarını, hayatı kilisenin penceresinden seyrettiklerini, dini tanımadıkları gibi halkçılıkla halk dalkavukluğunu da birbirine karıştırdıklarını görecektir.

Çünkü insanın zihnine yerleştirdiği bakış açısı, edindiği düşünce kalıpları kolay kolay değişmiyor. Siz, mâlûmun ilâmı halinde, zamanımızı bilinene ve tekrarlanana odaklanarak boş laflarla geçirirken, onlar da bir yolunu bulup sonraki nesillere geçiyor, genç ruhlarda ve beyinlerde yuvalanıyor, bu da onların bakış açısı oluyor. Onlar da sadece görmek istediklerini görmeye, duymak istediklerini duymaya başlıyorlar. Nihayetinde, “imanında da inkârında da zayıf”, basit sebeplerle bağlanıp, basit sebeplerle terk eden, biçimsiz yığınlara dönüşmüş bir kitle yetişiyor.

200 yılı bulan modernleşme sürecimizde ortak değer yargısına sahip, dolayısıyla da kolay yönlendirilebilir böyle bir kitle yetişti. Batı nezdinde istenmeyen misafir olduğunu bir türlü anlamak istemeyen ve uşak olmaya özenen bu kitle laik dinselliği haiz sembollerle bütünleşti, belli tavır ve davranış biçimleri geliştirdi ve bunları tapınma kültürüne dönüştürdü. Sürüden farklılık gösterisindeki sürüden biri olarak, eline geçen her fırsatta bu alışkanlıkları komikliğe varan bir ciddiyetle tekrarlıyor… Hâline şuuru yok. Modern olayım derken gülünç olduğunun farkında değil. Tapındığı duyumcul kültürün çürümüşlüğünü, nimetle nimeti verenden perdelenen insanının mânen iflâs etmiş içi boş bir görüntüye dönüştüğünü, ahlâkî çöküşün tüm üst sistemin de çöküşü olduğunu göremeyecek kadar zihnî bir körlük içinde. Gözünde tek-nihaî gerçeklik kuru aklın kuru bilgisi. Oysa “Akıl bir şeyi kuşattığı zaman anlar, aklı da İlâhî esrar kuşatmıştır.” Dolayısıyla, aklın bir şeyi kuşatması İlâhî sırlara olan ünsiyeti kadardır. Şayet, aklın kendisini kuşatan İlâhî sırlarla bir teması yoksa, akıl sermayesiyle tasarrufta bulunmak insana hiçbir yarar sağlamaz.

Çünkü, hakikat cüz’î değil, Küllî Aklın emrindedir. Hayatı düzenleyen kurallar da bilime değil, dine aittir. O halde feraset sahibi her insan için, “her devlet temelde doğuşunu ‘din-ü devlet’ kavramının çerçevelediği mânâ içinde bulur,” doğrusu bir bedahettir. Dolayısıyla kutsal olmayan alanın düzenlenebilmesi için, yine kutsalın içinden konuşmak, meşruiyetini Tanrı’da bulmayan siyasî iktidara kutsal bir kaynak bulmak zarureti vardır. Dolayısıyla, laiklik din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıştırılması, bağımsızlaştırılması değil, yasayla kutsallığın çakıştırılması, dinî ve dünyevî alanın bir araya getirilmesi, güçlerin birleştirilmesidir.

Aylık Dergisi 205. Sayı Ekim 2021