Kumandan Salih Mirzabeyoğlu diyor ki; “hadiseler sanki bunlar konuşsun diye oluyor.” Peşinen ifâde etmek gerekirse; televizyon ekranlarında yahut gazete köşelerinde meseleyi çeşitli açılardan fotoğraflayıp, en sathî hususları merkeze almak suretiyle meselelerin künhünü zevzeklikle perdeleyen, hadiseleri bir bakıma onlar konuşsun diye cereyan ediyor zanneden “vakıa asalakları”na nisbetle farkımız belli. Dolayısıyla kimi zamanlar benzer argümanları kullanmak zorunda kalsak bile, okuyucumuzu, meselenin künhüne davet ediyoruz, diyerek başlayalım.
Suruç Saldırısı
20 Temmuz 2015 tarihinde, Şanlıurfa'nın Suruç İlçesi'ndeki Amara Kültür Merkezi önünde, Kobane’ye yardım götürmek için toplandığı iddia edilen MLKP sempatizanı grubun içinde patlama meydana geldi. İçişleri Bakanlığı patlamada 31 kişinin öldüğünü 100'e yakın kişinin yaralandığını duyurdu.
Patlamanın canlı bomba saldırısı nedeniyle gerçekleştiği öğrenildi.
Ankara Saldırısı
Ankara'da, tren garı önünde, 10 Ekim Cumartesi günü gerçekleştirilen saldırıda ise onlarca kişi öldü, yüzlerce kişi de yaralandı.
Saat 10.04'te, “emek, barış, demokrasi” mitinginin toplanma yeri olan tren garı kavşağında iki ayrı patlama meydana geldi.
Olayla ilgili son açıklama Başbakanlık Koordinasyon Merkezi tarafından yapıldı.
Açıklamaya göre, iki canlı bomba tarafından gerçekleştirildiği tespit edilen saldırıda ölenlerin sayısı 97'ye yükseldi.
Hayatını kaybedenlerden 92'sinin kimlik tespitinin yapıldı ve cenazelerden 91'i ailelerine teslim edildi. 5 kişinin ise kimlik tespiti için Adli Tıp Kurumunda DNA testi yapılıyor.
Saldırıların Hedeflerinden Biri
Suruç’ta meydana gelen patlamanın IŞİD tarafından gerçekleştirildiği iddia edildi. (IŞİD bu saldırıyı üstlenmediği gibi, zaten merkez karar mekanizması işletilen bir örgüt de değil)
Bu saldırı vesilesiyle PKK, Cemaatin MİT tırları operasyonunun ardından, Ak Parti’nin IŞİD destekçisi olarak lanse etmek adına kullanılan argümanları güçlendirmek için, güya misilleme olarak, Şanlıurfa’nın Ceylanpınar ilçesinde iki polisi öldürdü. Bir diğer taraftan çözüm sürecini de noktalamış oldu.
Hükümet, PKK’nın bu saldırısı üzerine, belki de PKK’ya yönelik olarak bugüne kadar gerçekleştirilmiş en kapsamlı operasyonu başlattı.
Saldırı ihalesinin, yalnızca saldırıyı gerçekleştirenlerin kimliklerinden yola çıkılarak IŞİD’e kalması, Türkiye’nin o güne kadar ayak direttiği IŞİD karşıtı koalisyona katılmak zorunda kalmasıyla neticelendi.
Malum medya organları, saldırı ile hükümet arasında irtibat kurmaya çalıştılar ve dünyanın şu an mevcut en “laçka” demokrasisinin, yani Türk tipi demokrasinin nimetlerinden istifâde ederek, hükümetin koalisyona katılması için son derece etkili propaganda faaliyeti gerçekleştirdiler.
Bir kaç senedir Amerika’ya kullandırılmayan İncirlik Üssü, yeniden Amerika’nın kullanımına açılmak zorunda kaldı.
Medya içindeki malûm kesim, Amerikan askerlerinin Adana’daki gece klüplerinde salyalı ağızlarla yeniden dolaşacak olmasından büyük kıvanç duymuş olmalı ki, bu gelişmeyi memnuniyetle karşıladı.
Bugüne dek yaşanan gelişmelere bakacak olursak, Türkiye, her ne kadar IŞİD karşıtı koalisyona hava sahasını açmış olsa da, koalisyonun kendisinden beklediği performansı bir türlü sergilemedi. Bunun yerine enerjisini, emperyalistlerin emir ve direktifleri doğrultusunda Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt Devleti kurulmasına mani olmaya sarf etti. Doğu ve Batıdaki kantonların birleşmesini engelledi.
***
Suruç’ta meydana gelen saldırı, koalisyon ortaklarına, bu metodu, yani IŞİD markası altında Marksist-Leninist Kürtlere saldırarak hükümet politikalarını şekillendirebileceklerini göstermiş olacak ki, bu kez ikincisini ve daha şiddetlisini Türkiye’nin başkenti Ankara’da gerçekleştirdiler. (Patlat bombayı, al istediğini... – Şok doktrini)
Bu kez, Ankara’daki tren garında, PKK ve siyasî unsurları tarafından ele geçirilmiş STK’lar vasıtasıyla, sempatizanı oldukları örgütün faaliyetlerine tezat bir şekilde, “savaşa inat, barış hemen şimdi” diye slogan atarak, “emek, barış ve demokrasi” başlıklı miting için toplananlar hedef alındı.
***
“Vakıa asalakları”nın sabahtan akşama kadar televizyon ekranlarında yaptığı derin(!) analizleri bir kenara bırakacak olursak, görüldüğü üzere tezgâh büyük olsa da, hiç de karmaşık değil. Onlar da bunu pekiyi biliyorlar; fakat medyada, siyasette, sivil toplum kuruluşlarında tezgâhın bir parçası olarak faaliyet gösterdikleri için, tabiî bir şekilde lâf kalabalığı yapmak suretiyle son derece basit bir meseleyi giriftleştiriyorlar. Bunların hainliğini, satılmışlığını, milletimize olan düşmanlığını yüzlerine vuracak bir medya yerine, bunlara lâf yetiştirmekten varlık bulan karşıt medya olduğu için de, işin künhünü televizyon ekranlarından yahut gazete köşelerinden okumak da mümkün olmuyor.
Başbakanlığı döneminde Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin iç ve dış siyasetini şekillendirilmek üzere gerçekleştirilen bu tip eylemleri, failleriyle beraber millete anlatır, tabiri caizse mikrofona konuşur ve toplumun meselenin künhünü kaçırmasına mani olup, milletin de desteğini alarak, bu tip tezgâhları boşa düşürmesini bilirdi. Ne var ki, artık o da hadiselerin iç yüzünü millete anlatmadığından, Türkiye’nin siyaseti, gerçekleştirilen saldırılar ile şekillendirilir oldu.
Saldırıların Arkasındaki Odak
Saldırıyı PKK mı yaptı, DHKP-C mi yaptı, MLKP mi yaptı, IŞİD mi yaptı? Saydığımız örgütler, bilindiği üzere eylem ahlâkı olmayan veya en azından bir süredir eylem ahlâkını yitirmiş olan, kendisini izah etmekten kaçınan ve çoğunlukla da taşeronluk yapan örgütler. Kimi zamanlarda da çeşitli devletlerin istihbarat operasyonlarından paravan olarak kullanılıyorlar. Bu örgütlerin kendilerini izah etmekten aciz hâllerine bakarak açıkça söyleyebiliriz ki, böylesi bir saldırı, hiçbirinin kendi idealine ulaşmak adına kullandıkları bir vasıta olamaz. Saldırıyı hangi örgütün gerçekleştirdiği sorusu anlamını yitirdiğine göre, saldırıyı kimin azmettirdiğini, yani meselenin künhünü konuşmaya başlayabiliriz.
***
Arab Baharı vesilesiyle Akdeniz ülkeleri yeniden şekillendiriliyor. Bu, bir durum tesbiti. İsrail, Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya... Birinci Dünya Savaşı sonrasında Akdeniz ülkeleri bilindiği üzere Fransa ve İngiltere tarafından şekillendirildi ve neticesinde bölgede İsrail adlı bir “piç” peydahlandı. Bugüne kadar geçen zaman bize göstermiştir ki, bölgede cereyan eden hadiselerde İsrail’in ya direkt ya da dolaylı yoldan illâki parmağı ve muhakkak ki çıkarı vardır.
Bugün yaşananlara göz ucuyla bile bakılsa açıkça görülecektir ki, tüm bu hadiselerden en kârlı çıkan İsrail’dir. Danışıklı dövüşün yerini alenî dostluğa bıraktığı İran, Filistin’in can damarının bağlı olduğu Mısır, İsrail için nadir tehditlerden biri olan Suriye ve son yıllarda siyasî çatışma içinde olduğu Türkiye’nin bugünkü vaziyeti sizce kime yarıyor?
Görüldüğü üzere artık kimsenin günlük siyasî itiş kakışlara takılıp kalma lüksü kalmamıştır.
Peki Nasıl Muvaffak Oluyorlar?
Öyle ya, her ne kadar içerideki ve dışarıdaki ihanet şebekelerine dayanıyor olsalar da, milletimiz gerçeği idrak etmekten aciz midir ki, hükümet, kendi milleti kullanılarak terbiye edilmeye çalışılıyor?
Anadolu’da yaşayan bizler, bin yıla yakın bir müddet, aksiyoner kimliğimizle yaşamış ve nam salmışız. Fikir, ilim, sanat ve aksiyonda, İslâm’ın Nizam-ı Âlem davasının güdücülüğünü yapmışız... Ta ki, İslâm anlayışımızı yenileyemeyip, önce ham yobaz ve kaba softa elinde çağın meselelerine çözüm getirmek yerine başımızı kuma gömüp, ardından da taklidî seviyede aşk ve vecdimizi tüketerek bugün bulunduğumuz vaziyete kadar kendimizi düşürmüşüz... En büyük cinayeti ise sona saklayıp, aksiyondan şahsiyet bulan milletimize demokrasiyi dayatıp, reaksiyoner hâle getirerek işlemişler...
Tarihi boyunca domine eden milletimiz, domine edilmeye mahkûm edildiği için bugün bu vaziyetteyiz. Ve milletimizin belli bir kesimi, reaksiyon ile aksiyon arasındaki farktan da habersiz.
Hasılı kelâm, milletimiz içinde, milletimize yabancılaşmış bir kesim, aksiyon karşısında, onların arzusu istikâmetinde verdiği reaksiyonu aksiyon zannediyor ve karşıdan gelen taarruzların tesirini bir ise bin hâle getiriyor.
Saldırıların Asıl Hedefi
Kim, kendisini hangi dünya görüşüne ait olarak tanımlıyor olursa olsun, eğer ki his iptaline uğramamışsa ve vicdanı, gözleri tarafından prangalanmamışsa açıkça görecektir ki; hedef alınan bizzat Anadolu’dur. Kast ettiğimiz “Anadolu”, 42°06' kuzey enlemi, 34°58' doğu boylamı arasına sıkışıp kalmış bulunan bir kara parçasından öte, bir mânâdır. Yaşanan hengâmeyi, 1 Kasım tarihinde hangi parti yüzde kaç oy alacak zaviyesinden ele alanların kapasitesi idrak etmeye yetmeyecek olsa da, biz anlatalım.
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Ölüm Odası B-Yedi adlı eserinin “Tarih” başlıklı ikinci cildinden Anadolu’nun manasına bakalım:
- “ANADOLU, bir mekân, bir coğrafya parçası olmanın ötesinde, her coğrafya parçasının kendine mahsus bir mânâsı olmasına nisbetle, bu mânâyı da hakikatiyle gösterebilmiş bir BEDEN ismidir. Tarih boyunca nice kavimlerin HARMAN olduğu, nihayet bugünün moda lâfı n’idüğü belirsiz bir “mozaik” lâflamasının dışında, bu İNSAN’a MUTLAK HAKİKAT kisvesini giydirerek DEVLET-İ EBED MÜDDET idealinin BİNEK TAŞI hüviyetine bürünen ANADOLU. Vatan, fikrin tecelli ettiği yerdir. Ruhun tecelli ettiği BEDEN, bu şuurlu benliğimiz-NEFSİMİZ, bugün ne hâlde ayrı mesele, sözkonusu idealin geri ve ilerisine doğru ne olmuş ve ne olmalı diye bakarken, hiçbir tarihî ve hiçbir kavim medeniyeti gözardı etmeme KABADAYILIĞIMIZ’ın sebebini, anlayana geçen sayılarda verdiğimizi hatırlatalım. Bahsi geçen HARMAN, ne gelip geçen keyfiyetlerin rastgele karışımı, ne bugün varlık iddiasındaki toplulukların rastgele bir “mozaik” lâflamasının karşılığıdır. Kavim veya kültür adı altında anılanların, ne öyle ne böyle oluşu, bizim 1000 senelik HARMAN kasdımızı karşılamıyor. Öyleyse dünün “hasta adam”ı o, bugün isterse komalık de, ruhun bedenle ilgisi müddetince hâlâ ve mutlu gelişme olarak iyileşme vaadi, DEVLET-İ EBED MÜDDET idealini o dönemi nisbet almış yürüyor. Yanlış anlamayınız. Bizim İDEALİMİZ, ÖRNEK ÜMMET MODELİ Sahabîler döneminden başka hiçbir İNSAN tipini ve toplum yapısını benimseyemez. DEVLET-İ EBED MÜDDET idealinin BİNEK TAŞI olmuş ANADOLU, tahdidî bir mekân mânâsı taşımadan ne kadar gelişmiş ve sonra büzülmüşse, oldukları da olamadıkları da ASR-I SAADET’e nisbetle değerlendirilmek üzere, bugün bizim için YAHYA Kemâl’in “Kökü maziye bakan atîyim!” dediği veçhile, bir asıldır. PEYGAMBER sözüyle işaretlenmiş belde İSTANBUL, bütün bir ANADOLU, RUMELİ yakası ile, bu bedenin yayıldığı ARAB âlemi, AFRİKA ve mahzun kalmış ASYA, “sen kimlerdensin?” dendiğinde alınan cevaba gönül rahatlığıyla “ben de!” dercesine bir İMAN akrabalığının, hem olunabilen, hem de olunması gereken bir mânânın toplayıcı adresini vermiştir. Beylik kavim ismi hâlinde kendini ne hissedersen hisset, ne türden melez olursan ol, oradan mekânı ANADOLU olan İSLÂMÎ hüviyete su taşı. MUTLAKA. Demek ki bizim sözünü ettiğimiz ANADOLUCULUK, ne kendini bir keyfiyet ve kültür ifâdesine kavuşturabilen, ne de çerçöpler gibi kendini ifâde edemeyen kavim ve kavimsizler mozaiği değil, tek başına ve âlâ olmaya niyet bir İNSAN tipinin de tarif edenidir. Nasıl ki “toplum ailelerden meydana gelmiştir!” diye, bugün ailelerin hâli belli, böyle bir mozaik taneleri yerine, bütün aileleri ANADOLUCULUK ruhu altında nasiplendirmek ve ANADOLUCULUK ruhunu besleyici kılmak anlayışı. ANADOLUCUYUM, ANADOLUCUYUZ! Sözümüz eksik kalmasın: Fikrimizin ulaştığı heryer, bedende uzuv, tecelli eden ruh, ANADOLUDUR. Nefs birdir!
***
Geçtiğimiz sayılarda, cereyan eden hadiseleri vesile kılarak anlatmaya çalıştığımız biricik hakikat, İbda Mimarı’nın yukarıdaki şekilde tanımladığı Anadolu manasının hedef alındığıydı. Recep Tayyip Erdoğan, Anadolu’nun bu manasını halen taşıyan milleti tarafından desteklendiği için doğrudan hedef alındı. İslâm’ı, Anadolu’nun mânâsını ve milletimizi direkt olarak hedef tahtasına koymaya cüret edemeyenler, kavgayı Erdoğan’ın şahsına irca ettiler. Velev ki Erdoğan için Emr-i Hakk Vaki olsa, yaşanan bu hengâme sona mı erecek? Elbette ki ermeyeceğine göre, bu meselenin Erdoğan’ın yahut Ak Parti siyasî kurumunun şahsi meselesiymiş gibi anlaşılmasına mani olmak ve kavganın gerçek taraflarını net bir şekilde ortaya koymak gerekmektedir. Bu hâliyle, koca dava birilerinin şahsi hesablaşması zaviyesine irca ediliyor ve ihanet şebekelerinin dillerindeki zehri rahatça kusmasına vesile olunuyor.
Bu Hengâmeden Nasıl Çıkılır?
Birincisi, en başta bu kavga sanki belli şahıs ve müesseseler ile diğer şahıs ve müesseseler arasındaymış gibi olmaktan kurtarılmalı ve hak ile bâtıl arasında olduğu net bir şekilde milletimize izah edilmelidir. (Milletimiz kendisine açık olanı sever, arkasında durur...)
İkincisi, mademki hedef alınan İslâm ve İslâm’ın binek taşı hüviyetindeki Anadolu, demek ki bu mücadele İslâm’a Muhatab Anlayış ve onun ortaya koyduğu Anadoluculuk ile güdülebilir. Alternatif bir teklifi olan varsa buyursun gelsin...
Üçüncüsü, Anadolu davası, asırlar boyu süren aksiyonerlikten sonra reaksiyonerliğe mahkûm edilen milletimiz, yeniden aksiyoner kimliğine ve sağlıklı muhakeme şartlarına kavuşturulmadığı müddetçe, tabut benzeri sandıklardan çıkacak oy yüzdesine mahkûm edilemeyecek kadar mukaddestir.
Dördüncüsü, birileri şok doktrinini kullanarak Türkiye siyasetini şekillendirmek istiyorsa, aynı şok dalgasını tersine bir operasyon malzemesi hâline getirip kullanmak gerekmektedir. Yani, gerçekleşen saldırıya karşılık olarak, saldırıdan doğan meşruiyetle beraber hukuku sonuna kadar esnetip, “terörle mücadele” kapsamında iç ihanet şebekelerinin hâl ve fasl edilmesi…
Beşinci ve sonuncusu ise, hakiki merhametin, yani cerrahın kangrenden dolayı ölmek üzere olan hastasına yönelik merhametinin, son derece kararlı bir irade ile sergilenmesidir. Aksi hâlde bombalarla bir memleketin siyasetini dizayn edebileceğini fark edenler, bu vaziyeti istismar etmekten çekinmeyecek ve daha büyük felâketleri davet edeceklerdir.
Bizden söylemesi...
Baran Dergisi 457. Sayı