Ahlâk, eşya ve hadiseler karşısında tavrımızdır, hareketlerimize ait değerlerin toplamıdır. Her şeyden önce insan, ahlâkî bir varlık ve “değer” taşıyıcıdır ve bunu da hürriyeti ile yerine getirir.

İnandığı ile yaptığı arasındaki uyum da diyebileceğimiz ahlâk, insana hastır. İnsan, nizam kuran ve nizam yıkandır. Kendi hareketleriyle kendini tayin eden “süje”dir ve başkalarıyla da hürriyetleriyle yakınlık kurarak ilişki geliştirir. Başkalarını nesne veya sömürü aracı olarak görmesi doğru olmayıp insanî (ahlâkî) vasfına zıttır. Varoluş ferden yaşanır. Kimse kimsenin yerine oluşunu gerçekleştiremez. Hukukî bir tabirle söylersek, varoluş kişiye sımsıkı bağlı haklardandır, devredilemezdir. Varoluşundan kaçarak iradesini bir cemaate teslim edenler her ne kadar bağlılıktan bahsediyorsa bile burada kendini kiraya verme ve kafa çilesinden kaçma vardır ki, bu husus modernizmin istediği “robot insan” tiplemesine denk gelir. İslâm’da ise bağlılıkta kendini ortaya koyma vardır. Başkası olmadan başkası olma vardır. İslâm’da körü körüne bağlılık yoktur, basiretle bağlılık vardır.

Necip Fazıl’ın temel eseri İdeolocya Örgüsü’ndeki dokuz temel prensipten biri de ahlâkçılıktır. Bir diğeri ise şahsiyetçiliktir. Salih Mirzabeyoğlu’nun temel eserlerinden İbda Diyalektiği’nde ise bu ilkeler, “muhakeme usulü prensiplerimiz” diye verilmiş ve diyalektik (usulî) bir çerçeve içinde bütünlükle ele alınmıştır, “kontrol ölçüleri” olarak işlenmiştir. “Nefs muhasebe ve murakabesi” prensipleriyle birlikte ve “İslâm nizamı”ndan bahsedebilmenin şartı olarak... Diyalektik ve fikir ölçüleriyle birlikte düşünülmesi gereken söz konusu dokuz umdeyi burada hatırlatalım: “Ruhçuluk, Keyfiyetçilik, Şahsiyetçilik, Ahlâkçılık, Milliyetçilik, Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik, Cemiyetçilik, Nizamcılık, Müdahalecilik.”

İhlas ve samimiyet her şeyin başı iken ahlâk ise bunun tüm ilişkilerimizdeki adıdır. Fikir ise meselelere çözümler bulma mânâsı taşır. Ahlâk aynı zamanda bir fikirdir. Ahlâk felsefesinde farklı teoriler vardır. Metafizik, dinî, materyalist, bilimci vs. ahlâk olabilir. Ahlâk hem pratik, hem normatiftir. Fikir var, ancak ahlâk yoksa o fikir ileriye gidemez. Ahlâk var, ancak fikir yoksa dürüstlük ve samimiyet söz konusu ama cemiyetle ilgili bir şey ortaya koyamama ve sonucunda içine kapanmaya varılır. Nostaljide kalmak veya platonik aşk gibi saçma ve kopuk durumlar doğar. 

İhlas, içi-dışı bir olmak, samimî olmaktır. Zıddı ise münafıklık olup İslâm’la bağdaşmaz. Gerçek İslâm toplumu ise pazarlıksız Allah ve Resûlü’ne tâbi olmuş, iman temeli üzerine birleşmiş ve bu temel üzerinde birbirlerini sevmiş insanlardan oluşur.

İman ve ihlas bir ruh işi olduğu için “İslâm kalbin yoludur” denmiştir. Burada nefs tezkiyesi şartı görülür. Ve Allah Resûlü’nün “Ben ahlâkî güzellikleri tamamlamak için gönderildim.” hadisindeki hikmet de idrak edilir.

Samimiyetin ve tutarlılığın (dürüstlüğün) ifadesi olan ahlâkın olmadığı yerde ise İslâm kardeşliği ve gönüldaşlık yükselemez. Ahlâk, fikrin içine işlemiş işletici sıfattır ki, kendisinden doğduğu fikri ileriye doğru zuhur ettirir. Ahlâkî gerekçelendirmelerin fikrî bir izahı vardır ama ahlâk olmadan fikir daha ileriye gidemez.

İhlas var ancak sevgi yok; sevgi var ancak ahlâk yok; ahlâk var ancak fikir yok... Bu mevzuları açalım: İslâm baştan sona samimiyettir ve ahlâkî temeldedir. Ahlâkî ilkeler tasavvufta sistemleşmiştir. Bunların bazılarını sayalım: Kardeşini sevmek, fedakârlık, nezaket, tevazu, hasetlenmemek, dedikodu ve gıybet yapmamak vb.dir. Bunlar herkesin bildiği ve kabul ettiği hususlardır. Kamil mü’min olmak kolay olmadığına göre mühim olan bu yolda olmak ve nefs ile cihadını sürdürmektir. Ahlâkî seviyen kadar Müslümansın ve olgunlaşma (tekâmül) sürecinde olduğun müddetçe saygıyı hak edersin. 

İhlasın olmadığı yerde birbirlerine kenetlenen Müslümanların toplumundan bahsedilemez. İhlasın olmadığı yerde ilişkiler riyakârlığa veya birbirine taktik yapmaya döner ki, burada kardeşlikten ve gönüldaşlıktan bahsedilemez. Menfaat veya bazı hesapçılık ilişkilerinde kardeşlik geri planda kalır. İki mü’minin birbirlerine taktik yapmaları düşünülemez. İlişkilerimizde ahlâkî ilkeler geçerli olmalıdır. Mü’min özü-sözü bir olandır. Samimiyetin olmadığı yerde ise kardeşlik yürümez. Eğer sürüyorsa ya bir taraf saftır yahut iki taraf da birbirine rol yapmakta, menfaatlerine göre birbirlerini kullanmaktadır. Bu ise gönüldaşlık ilişkisi değil, yandaşlıktır. Hatta iş şer ittifakına kadar varır. Böyle yerlerde dava yürümez, gerçek kardeşlik ve gönüldaşlık dayanışması doğmaz. İslâm binasının duvarları inşa olmaz. Zira mü’min hadiste de işaretlendiği üzere birbiriyle kenetlenen bir duvarın tuğlaları gibi olmak zorundadır. 

Fikir olmadan insan ve toplum meselelerine çözümler sunamayız. Zira “insanlar topluluğu” oluşturmak için etrafında birleşeceğimiz fikirler manzumesine ihtiyaç vardır ki, bunun dünya görüşü mânâsında ifadesi ise bizce işaretlenmiş olup BD-İBDA ideolocyasıdır.

İhlasın olmadığı hiç bir yerde tekâmül olmaz. Ne kadar fikirden dem vurulursa, bu hususta kalem oynatılıp edebiyat parçalanırsa da yol alınamaz. Dava ona inanmış ve onun uğrunda gerektiğinde can veren insanlar eliyle yücelir, isterse bu dava batıl olsun. Komünistlerin iktidarında görüldüğü gibi… Mesela Lenin, davasına vecd içinde inanmış, gözü kara bir devrimci idi.

Davanın yürüyeceği şartlardan bahsettik. Ölçüleri bilelim ki boy ölçümüzü de görelim, ona göre kendimizi düzenleyelim-düzeltelim. Ölçüleri tamamen kaybeden ve işi edepsizliğe vuranlara ise “gönüldaş” veya “kardeş” muamelesi değil, ölçülerin istediği tavrı göstermek zorundayız. Zira hadisle de sabit olduğu üzere, “Kibirliye kibretmek sadakadır.” Kötüye kötü demeyen ve tavır almayan da kötüdür. Münşeat’tan (S. Mirzabeyoğlu) Küçük Adam başlıklı şiiriyet: “Bilirim kalblerinizin kin ve hasedini / kin ve hasedi bilmeyecek kadar büyük değilsiniz / üstelik arsız ve pişkinsiniz!”

Mü’min beş türlü şiddet içindedir. Bunlardan biri de mü’min kardeşi onu çekemez. Hadisle sabit olduğu üzere hased, ateşin odunu yediği gibi kişinin amellerini yer-bitirir. Hased hastalığı, dedikodu ile birlikte nefs tezkiyesinde önemli bir noktadır. Hasedçilik hastalığı davranışlarına tamamen yön veren sözde gönüldaşlar vardır ki, kalbi kararmaya başlamış demektir. Cahillik ve gurur da bunu desteklemektedir. Cihadı terkeden veya yalancıktan cihad edenlerde bu süflî haller daha sık görülür. 

Bazı insanlar yanar-döner bir karakter arz eder ve esasen istikamet davası zordur. İhlasını da yitirdiği için her şeyi hesap-kitap içinde görmekte, kardeşlerini de sevememekte bilakis rakip ve düşman olarak değerlendirmektedir. Böyle samimiyetsizler bir araya gelerek nefslerinin ortak noktasından yürüyerek bir şeyler yapsalar ve yapılanlar dava adına lehte neticelenmiş olsa bile kendilerinin bir tekâmül elde edemeyeceğini söyleyebiliriz. Zira ihlassız amellerin bir ecri olmadığı ölçülerle sabittir. Parsa hesapları peşinde olmak da dava aşk ve ahlâkıyla bağdaşmaz ve böyleleri de gönüldaşlık değil, yandaş kategorisine girer. Şunu da belirtelim ki, maalesef parsa ve unvan peşinde koşanlar, ihlaslılardan daha gayretli olmaktalar.

Gönüldaşlık ve kardeşlik demişken bir Arap atasözü aklıma geldi: “Kardeşin, seni tasdik eden değil, sana dostluk edendir.” Gerçek dost, her dediğini tasdik eden değil, dayanışmalı fikir oluşumu içinde seni eleştiren ve geliştiren, hataların yanında durmayan ve uyarandır. Ahlâkî ve fikrî ilkeleri ihmal ederek ve çoğu kere çiğneyerek bir araya gelenlerin oluşturduğu grup ise cephe faaliyeti değildir. Öyle ki böyleleri İBDA fikriyatını ve Kumandan’ı da kendi parsa hesaplarına meta yapmaktalar. Kavgadan kaçmak ve nefsini oyalamak için hadis-tefsir okuyanlarda olduğu gibi, güya davanın ilkelerini kendi çirkef ağızlarına alet edenler, edepten de yoksun oldukları için kendi seviyelerine davayı indirmeye çalışırlar. Külliyattan şu tesbit bahsettiğimiz “kaşar İbdacılar” ve benzerlerine denk düşüyor: “Kitap bir aynadır: Yüzüne bir maymun bakarsa elbette bir havarinin görüntüsünü yansıtmaz.”

Amerikalı bir antrapologa veya Çinlilere atfen geçen bir söz vardır: “Küçük kafalar kişilere, orta kafalar olaylara, büyük kafalar fikirlere bakar.” Demem o ki, hadiselerin ardındaki fikirleri öğrenirsek, “o onu yapmış, bu bunu etmiş” tarzında basit izleyici olmaktan çıkarız. Hadiselere yön veren fikir sahibi olur ve aksiyonumuzu (kendinden zuhur) icra ederiz. İç ve dış hadiseleri televizyondan vs. seyretmekten ziyade yönlendirici fikri idrak etmeye ve davamızı inşa etmeye bakmalıyız.

Kaba ve ilkel ağızlarda ulvî ve medenî bir dava yükselemez. “Nefs muhasebe ve murakabesi” Müslümanlığın icabıdır. Hatalarından ders çıkarıp hedeflerine odaklanan, düştüğü yerden kalkmasını da bilen, kısaca olmaya ve ermeye bakan erlerin eliyle dava yükselir. Geçmişte de bu böyle olmuştur, bugün de böyledir, gelecekte de böyle olacaktır. 


Baran Dergisi 626. Sayı

10.01.2019