Kendini bilmeyen, bilmediğini de bilmeyen, ahmaklığıyla ruha yorgunluk veren kaba ruhlu insanlarla aynı hayatı paylaşıyor olmak; her şeyi derinden duyan, insanca yaşamak ve yaşatmak isteyen, zarif bir mizaca ve seçici ruha sahip insanlara çok zor gelir, ruhlarında hep yeni yaralar açılır. Tahammül edilmeze tahammül etmek zorunda kalmaları güçlerini tüketir. Kendilerini bu anlayışsız, duyarsız insanların tenleri altında kaybolmuş hissederler. Sığınabilecekleri tek yer; kendi ruh dünyalarıdır. Bir başına oraya sığınır, orada yaşarlar… Ahlakları ve üstün nitelikleri bunu gerektirir. Kalblerindeki duyguları, kafalarındaki fikirleri, paylaşabilecekleri insanın olmadığı yer, dünyanın en güzel yeri de olsa onlar için değersiz, sıkıcı ve boğucudur. Ancak hal dilinden anlayan, yere değerini veren; ruhlarına eş bir ruhla karşılaşmakla mutlu olur, huzur bulurlar.

Dünya genetik yapımızın yetişemeyeceği bir hızla değişirken, günümüz insanı da hafızasız, hatırasız, ihtimaller âleminin posasından ibaret bir varlığa dönüştü. Oysa, hayatımızda belirleyici olan en önemli etken hafızamızın niteliğidir... Hafızası güzel anılarla yüklü insanla, hafızası acı hatıralarla dolu olan insan âdeta farklı bir yaratılışta gibidir. İki yüz yıldır mağlubiyet kompleksi ve yersiz korkularının ezikliği içinde yaşayan insanımızın hafızası da güzel anılardan çok, kötü hatıralarla dolu. Bunun arkasında da dar ve kısa görüşlü, tecrübeleri-bilgileri kıt, türedi siyaset madrabazları ve bunların biçimsiz yığınlara dönüştürdüğü toplumun kendisi var.

Biz sadece görmek istediğimiz şeyleri görmeye, duymak istediğimiz şeyleri duymaya devam ederken, Batılılaşma dediğimiz modernleşme sürecinde edindiğimiz düşünce kalıpları da sonraki nesillere geçti, genç dimağlarda yuvalandı, bu da onların bakış açısı oldu. Nihayetinde, kendi sabiteleri olmayan, ama kafası sabit fikirlerle dolu hafızasız, hatırasız, hizasız, birbirine karşı son derece anlayışsız ve saygısız bir toplum haline geldik. İnsanımız birbiriyle konuşmuyor, konuşsa da anlaşamıyor. Bilmediğini bilmediği gibi, öğrenmek de istemiyor. Zihnine yerleştirdiği belirli bir bakış açısıyla haklı olduğunu ortaya koyacak delilleri arayıp buluyor, buldukça da haklı olduğu hissine kapılıyor. Oysa, hadiseye yaklaşan şuuru sakat… Kendi dışındaki dünyayı tanımlarken kullandığı dilde bir tutarlılık, iç gözlemlerinde bir derinlik yok. Düşünce dünyasının sığlığı, dilin etkinlik alanına konma biçimi diline de yansıyor, dışındaki gerçekliği kavrayıp temellendiremiyor… Vermek istediği mesajı, üzerinde olduğu iş ile derin ve incelikli bir biçimde birleştiremiyor. Çünkü kullandığı dil, farklı bir formda gördüğü fikri tanıyacak bir zenginlik, olgunluk ve tutarlılık içinde değil. Bu da, insanımızın bir komünikasyon aracı olarak dille bir ilgisinin kalmadığını, dilin dışımızdaki gerçekliği yansıtan bir sözler topluluğu ve dilbilgisi kurallarından ibaret alelâde bir âlet olmaktan öte bir anlamının olmadığını gösteriyor.

Zira birkaç yüz kelimeye indirgenmiş bir dilin özendirildiği bir dünyada, kendi hazinenizin dilencisi konumunda yaşıyor, tüm kurucu unsurlarınızın dışarısı olduğu devşirme bir kültür ortamından besleniyorsanız; bir bütün olan âlemi birlik ve bütünlüğü içinde kavramanız, bütün bir dünyanın karşısında bütün bir insan olarak durmanız mümkün değildir… Durabilmeniz için, düşünen şuurun kendisine şuurunun olması, bilginiz ne kadar güçlü olursa olsun, bilgi edinme ve bilgi sahibi olmayı temin eden anlayışın sürekli kendisini yenileyecek bir yenileyiciye ihtiyaç duyduğunun bilinmesi; doğru düşünceyi doğru düşünce faaliyetiyle sonsuza dek kesiştirecek düzenleyici kodları bulabileceğiniz “MUTLAK FİKİR”in ve buna bağlı olarak ortaya konmuş “BÜTÜN FİKİRİN GEREKLİLİĞİ”nin bilincinde olmanız gerekir.

Çünkü âlem bir bütün, üzerindeki tüm varlıklar da bu bütünün parçaları, bütün olmadan da parçanın idraki mümkün değil. Parçalar tabiî bir yakınlık ve alaka yoluyla birbirine bağlanır ve eşsiz bir âhenk oluştururlar. Böylelikle, her bir parça hem bir diğerinin işareti hem de bütünün habercisi konumuna gelir. Dolayısıyla, bir ve bütün olan âlemi birlik ve bütünlüğü içinde kavrayabilmeniz, eşya ve hadiselere teshirinde tam bir tanıma sağlayabilmeniz için; kendini bilsin, kim olduğuna şahitlik edebilsin diye, bir kainat planı olarak insana verilmiş dilin, doğru kelimeye sahip olmanızı temin edecek bir zenginlik, olgunluk ve tutarlılık içinde olması gerekir…  Doğru kelimeye sahip olduğunuz anda kelime sihrini gösterecek, kaos bitecek, eşyaya düzen gelecektir. Aksi takdirde, başkalarının sizin adınıza verdiği kararları uygulayan, bunları tanımlanmış normlar içinde yerine getiren ve giderek fosilleşen bir toplumun üyesi olarak, hakikati aramak ve ona ulaşmak yerine, hamâkatinizi sergilercesine onu kendiniz üretmeye yeltenirsiniz ki; abesle iştigaldir.

Hayatı, iletişimsizliğin kaynağı haline gelen iletişim araçlarının üzerimize boca ettiği, adına “görsellik kültürü” dediğimiz kültürün kodları üzerinden okuyan; giyim kuşamından yaşadığı mekanların tefrişine kadar, belli düşünce ve davranış kalıplarının bağımlısı olarak yaşayan insanımızın hâli pür-melâli de bu merkezde. Birbirine karşı son derece duyarsız ve saygısız… Yazılı ve görsel medya üzerinden aldığı mesaj, toplumsal alışkanlığa dönüştü, kanıksandı ve bu alışkanlık davranışlarına da yansıdı; vücud dili, üslûbu, söz ve tavırları değişti. Kendisi adına başkaları utansa da, böylesi büyük bir ayıba aldırmadan, sakil duygusallıklarını komikliğe varan bir ciddiyet içinde yapay, yapmacık söz ve mimiklerle ifade etmekten hiçbir rahatsızlık duymuyor. Rahatsızlık verecek kadar rahat, bir o kadar da pişkin. İnsanî tepkilerin dışavurumunda, motive olduğu, öykündüğü rol modelinden edindiği vücud dilini ve bu dili besleyen cümle kalıplarını kullanarak yaşamak kendisine yetiyor. Bir iletişim aracı olarak dille bir ilgisi kalmadığı için de ne tutkuyla bir şeye bağlanabiliyor, ne kendisi olabiliyor ne de gerçekten sevebiliyor… Fenâ halde aldatıldığının hiç farkında değil. Asıl meseleler üzerine kafa yormak, toplumsal sorumluluklar üzerine düşünmek; elit, klasik ve estetik olanı ciddiye almak yerine; kitle kültürünü, popüler ve medyatik olanı önemsiyor, hiç sorgulamadan kabullenip benimsiyor. Bu da, yaratıcısında var olmayan bir şeyi yaratılanda vehm ederek yaşayan insanın tükenmişliğini, kendini bilsin, kim olduğuna şahitlik edebilsin diye insana verilmiş dilin yitimini gösteriyor.

Bu tükenmişliğin, narsisistik kişilik bozukluğunun, açık ve örtülü şiddetin arkasında insanın içine doğduğu çevre, bizzat toplumun kendisi var. Fakat, toplum olarak halimize şuurumuz olmadığı, kendimizi iyiden iyiye kendimize ait olmayan bir hayatın büyüsüne kaptırdığımız için, temenni ve umudun yol açtığı bir körlük içinde yaşıyor; suçu ve suçluyu başka yerlerde arıyoruz. İçinin yoksunluğunu gidermek, sürüden farklılık gösterisindeki sürüden biri olmak için dövmelerden, piercingden medet uman, itibar açlığı içinde kıvranan gençleri görmek insanı hüzünlendiriyor. İnsanın söylemeye dili varmıyor ama evde, sokakta, trafikte… sergilediğimiz davranış biçimi, kullandığımız dil, içinden kalınlık tüten incelik gösterileri, toplum olarak bir nefret toplumu haline geldiğimizin, hasta bir toplum olduğumuzun bâriz bir göstergesi.

Kemalizm ve Cumhuriyet’e geçiş, geçmişin tümüyle red ve inkarına dayanan, bir gecede hafızası sıfırlanmış bir toplumu Avrupalı olmayan metodlarla Avrupalılaştırma girişimiydi. Aynı zamanda, Osmanlı’da, Üçüncü Selim zamanında başlayan ve tabiî akışında seyreden Avrupalılaşmayı, ilerlemeyi, maddî gelişmeyi sekteye uğratan, toplumu biçimsiz yığınlara dönüştüren bir süreçti. Bizim zihin dünyamız “aslı”yla ilgisi olmayan bu modernist ortamda şekillendi. Bu sebeple modernite anlayışımız da taklidin ötesine geçemedi, kılık kıyafete dayalı bir ruhsuz biçimcilik ve teknolojiye duyulan hayranlık düzeyinde kaldı. Modernin içinden gelenek çıkarmak gibi aklî ve ahlakî pejmürdeliğimizi sergileme hamâkatini, muasır medeniyet seviyesine erişmek olarak algıladık.

Böylesi iptidai bir zihniyetin oluşumunda, modern kültürün üzerine oturduğu görselliği “yerli yerine” oturtamayan, onunla rutine dayalı, iptidai bir ilişki kuran sahne, sinema ve televizyonun büyük bir etkisi oldu. Temel değerlerimizi, kahramanlarımızı kendi öz kaynaklarımızdan değil, tarihine turist gözüyle yaklaşan senaristlerin, oyun yazarlarının metinlerinden öğrenir olduk. O gün bugündür de hayatı, insanın hayvanî yönüne hitap eden, nefsin isteklerini azdıran görsellik kültürünün kodları üzerinden okuyor, öyle düşünüyor, davranıyor ve yaşıyoruz. Kendisi olmayan, kendi hazinesinin dilencisi olarak yaşayan insanlar yetiştirerek hakikate ulaşmaya çalışıyoruz!

Aylık Dergisi 203. Sayı Ağustos 2021