“İslâm, Sanat ve Estetik” isimlerini bir arada görmek ilgimi çekti ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın organize ettiği (VI. Dinî Yayınlar Kongres)’nin 30 Kasım 2013 Cumartesi günü sabahtan akşama kadarki oturumlarını izledim. Diyanet ismi, geçmişinden dolayı kötü çağrışım yapmasın, biz işin muhtevasına bakıyoruz, iyi çalışmalar var.
Sabah 9.30’da kongrenin yapıldığı Şişli'deki Grand Cevahir Hotel’e vardım. Aynı anda üç salonda oturum vardı. Edebiyat, mimarî ve musikî... Baran Dergisi Yazı İşleri Müdürü M. Bilal İnci ile beraberiz. Genç arkadaşa seçim önceliğini bırakıyorum, yönelişine uygun ve branşlaşmasına zemin açmak niyetiyle. O edebiyatı seçerken ben de “İslâm ve Musikî” oturumuna dinleyici olarak katılıyorum. Niye müziği seçtim? Mimarî de ilgi alanıma giriyorken ve aslında edebiyat işin temeli iken? İnsanın ruhî bütünlüğü ve kâinatın hülasası oluşu açısından bakarsak sanatların birliği noktasına varırız. Amatör olarak bütün sanatlardan pay almamız ve hepsi adına birinde derinleşmemiz gerekiyor. Eskilerin "komple sanatçı" tabirini de "bütün fikir"den mülhem olan sanatların ayrılmaması olarak görmeliyiz ve amatörce de olsa zevkimizi güzel sanata yönlendirmeliyiz. Mevlüt Koç gönüldaşın "Esatir ve Mitoloji vesilesiyle” başlıklı yazısındaki şu uyarıya kulak vermeliyiz: "İster güzelin fethinde, ister güzeli değerlendirme ve tenkid safhasında olsun, en önemli unsur şahsiyetimiz ve mizacımızdır.
"İslâm ve Musikî" oturumunda dinî musikî ve ladinî musikî mevzuuna değinildi.  Eskiden bu ayrım yoktu ve Batı ve Cumhuriyetle birlikte bizde de oldu. Konuşmacılardan Prof.Dr. Yalçın Küçükkaya bir anısını anlatıyor. Hocasına, dinî mûsiki ayrımını sormuş, hocası Bekir Sıtkı Sezgin, soruyu şöyle cevaplamış: "Şu kainatta dinin dışında bir şey var mı? Yatağına yatıyorsun, affedersin defihacet yapıyorsun. Usulü adabı var. Dinî ve Ladinî ayrımını bize Batı getirdi."
Yalçın Çetinkaya Hoca şunları söyledi: 
"Batı ve kilisenin ayrımı olan dinî-lâdinî ayrımını uyarsak bugün lâdinî denen İslâm'da meşru olan müzikleri de reddederiz. Müzik Allah'ın yarattığı seslere melodi giydirmek olduğuna göre… İnsanın durduğu yer önemlidir, yoksa eşya masumdur. Vivaldi'nin "Mevsimleri", Albino'nun “Adagio”su, Mozart'ın "Alaturkası" ne kadar güzeldir. Bach'ın müziği ise kilisenin tanrısı adına yapılanı hariç müzikleri güzeldir. Bir senfoni müzik İslâmî olabilir, illa mevlevi ayini, ilahi olması gerekmez. İnsan İslâm fıtratı üzerine yaratılmıştır. Müslüman olmayanın yaptığı İslâmî olabileceği gibi, her Müslümanın yaptığı da İslâmî olmayabilir. İslâmî diye yapılan tuhaflıklar malumdur. Popüler kültür yozlaşmanın kültürüdür, kültürsüzlük kültürüdür. Endüstriyal kültürdür. Dinî mûsiki diye ayrım yapmak da yozlaşmadır ki, böyleleri nasıl popüler kültür yozlaşmasıyla mücadele etsin. Bugün popüler kültürü eleştirdiği halde popüler kültür seviyesinde güya dinî mûsiki yapanlar var. Dinî musiki adına yapılan ilahî besteleri gibi. Nasıl olsa dinî ve ilahî ismi yetiyor. "Bendeniz fakir" diye bestekârlık yapıyorlar. Aslında gönülleri fakir, yoksa ceplerini dolduruyorlar.”  
Hocanın söyledikleri doğru. Dinî isim ve metiflerle yapılan her şey, İslâmî olmaz. Samimiyet ve ehliyet olmazsa ancak aldatmaca olur. Üstün fikir yanında derin hassasiyet olmalı. Bunlardan vazgeçersek ortaya zevksizlik ve seviyesizlik çıkar. Bu zevksiz ürünler piyasada bolca satılmaktadır ve maalesef alıcısı da vardır. Popüler kültürden beslenen zevksiz, maganda ve yobaz Müslümanlıktan kaçınmalıyız. Fikir ve sanattan zevk almaya bakmalıyız.
Öyle ki günümüzde, bazı Müslümanlar arabesk ilahi dinliyorlar. Feyzullah Koç, Abdurrahman Önül, Cemal Kuru gibileri dinliyorlar. Hepsi parayı vurdular, Televizyon kuranları bile var.
Entel İslamcılar ise arabesk ezgi dinliyorlar. Sami Yusuf, Alperen, Taha, Taner Yüncüoğlu ve Ufuk Akın gibileri… 
Aslında enteli de, yobazı da “yoz müzik” dinlemekte müşterekler. 
Bir de tasavvuf müziği dinleyerek, tasavvufu müzikten, ney'den ibaret sananlar var.
Erkekçe Dergisi, Üstada soruyor, "Hangi tür müzik dinlersiniz?" diye. Üstad tek kelime ile hülasa bir cevap veriyor; "Müziğin soylusunu dinlerim!" Bu açıdan Mozart da dinlenir, Beethoven de dinlenir, Puccini de dinlenir; Kitaro ve Lorena McKenit de dinlenir. Tabii ki kökümüz olan tasavvuf müziğine, Türk Sanat Müziğine, türkülerimize, Mehter marşlarına vb. bağlıyız. Dinî mûsiki ile ilgili ilk akademik çalışmaları başlatan Nuri Özcan Hoca ise "hangi müzik dinleyelim?" sorusunu şöyle cevaplandırdı.. 
“Herkesin kendine göre tercihi olabilir. Ben Türk müziği dinliyorum. Bekir Sıtkı Sezgin, Alaattin Yavaşca vb… Sanat olarak kendini ispatlamış sanatçıların eserlerini veya onların seslerini dinliyorum. Yabancı sanatçıların kaliteli müzikleri de dinlenebilir, fakat öz kaynaklarımızla hareket etme şartıyla. Özkaynaklar bizim temelimiz, onları kaydırırsak üzerine hiç bir şey inşa edemeyiz. İlahi diye piyasalarda yapılanlara gelince: İlahi denilen form ve şekil tekke müziğinde kullanılmıştır. İlahilerin kendine göre bir tavır ve üslubu oluyor idi. Zamanımızda tekke yok, böyle bir ortam da yok, güya ilahi besteleniyor. İlahi besteledim deme ile ilahi bestelenmiyor.”
Turan Koç Hoca, Diyanet dergisindeki mülakatında, “iman tecrübesi, Bediî bir zevk ve tecrübedir” diyor. Evet öyle, estetik yaşanacak bir haldir. Onun estetik olduğunu söylemeyeceksin dillendirmeyeceksin. Onun içinde olacaksın. "Nezaket en kolay yapılandır" tabirinde olduğu gibi… Estetik, duyusal olana bağlanıyor Batı ve günümüz anlayışında. Hâlbuki bizim estetik anlayışımızda iç ve dış birlikteliği var. İnsan ruhî ve bedenî varlığı ile bir ve parçalanamazdır. Batı, ruhî hayatı bilmediği için duyularda ve görünürde derinleşiyor; fakat iman duygusu olan bedii zevk ve tecrübeden uzaklaşıyor ve mutsuzlaşıyor.
Estetik kelimesine itiraz edip güzel bir tanımlama yapan, Baran Dergisi'nin de mülakat yaptığı Can Habip Türker'in kendinden zuhura denk gelen, İslâm Sanat ve Estetik Kongresi'ndeki  tesbitini hatırlatalım: "Estetik çok berbat bir kelime aslında… Bütünüyle duyuya hitap eden bir kelime… O yüzden bizimkiler bunu Arapça bir kelime; ama Arapça olmayan bir kelimeden 'bediyyat' olarak çevirmişlerdir. İbda, bence çok daha orjinal bir kelime… İslâm sanatında güzelliğin, temelde varlık ve kosmos düşüncesi ile logos düşüncesi ile çok derin bağlantıları var."
İslâm ve Musikî oturumunun müzakere bölümünde ise Süleyman Uludağ: “çağa uygun bir meşruiyet zemini oluşturmalıyız" dedi. Bu sözlerden rahatsız oldum ve müzakere sonunda oturum başkanı Prof. Dr. Nuri Özcan'dan söz alıp şunları söyledim: Geleneğimizde aradıklarımızı bulabiliriz, tasavvuf musikisi buna misaldir. Çağa uygun bir meşruiyet zemini aramak da uygun değildir. O zaman arabesk müzik veya popüler müzik meşrulaşır. Halbuki bizim yapmamız gereken geleneğimizden gelerek doğru ve güzel müziği çağımızda yaşatmak ve yürütmektir. Zaten konuşmacılar dinî-lâdinî ayrımının gereksizliğine temas ettiler. Ucuzculuğa kaçmadan, İslâmi hassasiyetimizi soylu eserlerle ve yeni yorumlarla süslemeliyiz."
Ali Tan Hoca, "lâdinî formunda sınıflandırdığımız türkülerde dinî özellikler var." diyerek bu ayrımın kabul edilemeyeceğini tekrar belirtti. 
Konuşmacı Cumhur Koca ise, “müziklerin temeli ibadete, yakarışa dayanır, yani dine dayanır. Klasik Batı müziği tamamen kilise kökenlidir. Bizim müziğimiz ise cami ve tekke kökenlidir. Dinî ve lâdini ayrımı yapılabilir. İçinde Allah lafzı var vesair diye, konusu anlaşılsın diye yapılabilir. Yoksa hepsi birdir. Türk müziğinin her formu dinî müziktir" dedi. Kendisine Salih Mirzabeyoğlu'nun "Şiir ve Sanat Hikemiyatı" eserini takdim ettim. Teşekkür etti. Ayrıca oturum başkanına ve Samsun'dan gelen hocalara  Şiir ve Sanat Hikemiyatı ile Baran ve Aylık dergilerinden takdim ettim. İlgi gösterdiler. Genelde camianın insanları ve haberdarlar… İyi niyetliler; ama Üstad'ın ortaya koyduğu üstün fikirden (ideolocya şartı) ve derin hassasiyet mevzuunda temennide kalınıyor. Kendimizi de bu eleştirinin içinde görerek söylüyorum ve bu Kongre çabasını da takdir ediyorum; ama fert ve toplum inşa namzetleri olarak camiamız yetersiz. Bu çabanın öncü olduğunu ve arkasının geleceğini söyleyenler de oldu. İnşallah diyoruz. 
“İslâm ve Görsel Sanatlar” oturumundan da bahsedeyim. Uğur Atan, “minyatür sanatında gölge, derinlik ve hacim olmamasının zaaf olmadığını” belirterek "Müslüman sanatçı dış gerçekliğe değil, iç gerçekliğe bakar. Bitki motifleri grafik sanatı gibidir. Somuttan soyuta dönüşmüştür" der.
Cem Yavuz (şair-yazar) ise Erol Akyavaş'ın "Berzahın Sözcüsü" eserini bize tanıtır ve şöyle der: "Âlemi misal veya hayal manasında berzahı kullanıyoruz. Soyut dışavurumculuk, Paul Klee, Kandinsky'de görüldüğü üzere… Sanat görünenin ardına düşmektir… Felsefi temel olmadan resim yapmak sadece boyamaktır, resim yapmak değildir. Erol Akyavaş, Matrahçı Nasuh'tan, Sürname'den etkilenir. Yazı üzerinde resim kurgulanmıştır. Hayal kelimesi, ' insanlar öldüklerinde uyanırlar' hadisiyle beraber düşünürsek içiçe geçmiş iki uyku, iki rüya… Hayalde hem öznellik var, hem nesnellik var.”
İhsan Kabil ise metafizik sinema hakkında dünyadan örneklerle konuştu. Türk sinemasının tasavvuf ve estetik olarak zayıf kaldığını söyledi.
Tiyatro hakkında konuşan Sümeyye Karaaslan, "Karagöz, meddah, ortaoyunu var; ama gelenek olarak perdeci tiyatro bizde yok. Ta ki Necip Fazıl'a kadar" dedi. Tartışma esnasında bu tesbit ortaya çıktı.
Şu ehemmiyetli hususu hatırlatalım; "Umulur ki, 15. İslâm asrının yenileyicisi estetik planı başa alsın... Zirâ güzellik, hesap ve kitap sordurmadan yakalayıcı, zapt ve fethedicidir" diyen Necip Fazıl bizi uyarırken, bizim daha ileri seviyede olmamız gerekmektedir. "Sanatı üzerine düşünen sanatkar"lar lazım bize… Kongrede üniversite hocaları ağırlıklıydı. Üniversitelerin hali ortada, üniversite dışının da hali ortada. Kongreye ilgiden de bunu anlayabiliriz. Fakat yetkin ve değerli hocalara da rastladık ve onlardan istifade ettik.
“Sanat Allah'ı aramaktır”; ama Müslümanlar olarak "Allah'ı bulmuşuz nasılsa" tesellisi ile mecazî imanda gezinip duruyoruz. Çünkü her dâim aramak ve tekamül etmek zorunda olduğumuzun idrakında değiliz ve iman tecrübesinin bedî bir zevk ve heyecan olduğunu da unutmuşuz. Salih Mirzabeyoğlu'nun işaret ettiği üzere "iman zevken idrak"tır davasını da sadece söylem zannediyoruz.
Zevklerimiz kaba ve sığ olduğu için inancımızın zevkini de yaşayamıyoruz. Hatta birbirimizde olan kavgalarımız bile çok sığ. Böyle bir ortamda yapılan sanat faaliyetleri de kuru tekrardan ve oyalanmaktan ibaret. Hatta bir hocanın tesbiti ile, “gelenek yağmalanıyor günümüzde”, fakat samimi bir şeyler yapmak isteyenleri de cesaretlendirmek lazım. İş dönüp dolaşıp Fuzuli'nin şu dizelerine çıkıyor: "Ya Rab, belayı aşk ile kıl müptela beni"… 
“İslâm ve Edebiyat” oturumunun ancak müzakere kısmına katılabildim. Namık Açıkgöz hocanın şu hatırasını kelimelerin de ruhu olduğuna misal sizlerle paylaşayım: "Noterde veraset ilâmı çıkarıyorduk. Babam için ölü diye yazdılar. Refleks halinde itiraz ettim. Ölü ile merhum kelimeleri arasında fark var. Merhum-rahmetli denince arada bir bağlantı var, ölüde ise yok."
Eğer, "bir şeyi kendi iç yasalarına göre özgürce biçimlendirme yeteneği" ve “iman tecrübesi” olan sanatı terk edersek hayatta hiç bir bağlantımız kalmamış demektir ve rahmetli de değiliz demektir. Necip Fazıl'ın "siz hayat süren leşler sizi kim diriltecek" hitabına muhatap oluruz demektir. Bilmiyorum, kendimizi didikleyelim diyorum, uyarıcı olana (İBDA Estetiği) kulak verelim diyorum. 
Ulvi Alacakaptan ise tiyatroda İslâm'a dil uzatanları teşhir ederken düşmanımıza da öfke duymanın estetik bir duygu olduğunu hatırlattı bize. “Tiyatro görsel sanat değil, gösteri sanatıdır” şeklinde düzeltmede bulunduktan sonra şu tesbiti yaptı: "Dinî sanat demek, sanatta dinden bahsetmek demek değildir. İslâmî bir kavrayışça dünyaya ve her şeye bakabilmek, yorumlayabilmektir." Ulvi Alacakaplan da marka Müslümanlığından muzdarib olduğunu ifade etti… 
İslâmî fikir ve sanat deyince bol bol Allah lafzını anlayan satıhçılara ve bunları pazar olarak değerlendiren İslâmcı (!) sanatçılara (!) dikkat etmek gerekiyor. Bunlar seviyenin dibe vurmasına yol açıyor. En çok müzik alanında iş yapıyorlar. Nemalanıyorlar. Üretim ve yayını kolay nasıl olsa...
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, iyi bir dinleyici olarak izledi oturumları. Bir oturum çıkışı kendisini bu organizasyondan dolayı tebrik edip, İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu'nun alt başlığı "Estetik ve Ahlak" olan "Şiir ve Sanat Hikemiyatı" isimli eserini verdim. Mehmet Görmez kitaba baktı, Salih Mirzabeyoğlu'nun ismini görünce duygulu bir sesle "ne olacak, ne zaman çıkacak?" diyerek beklenti ve ümitlerini benimle paylaştı. Ben de ellerimi iki yana açarak bir kaç kelime söylemeye çalıştım. Başka ne diyeyim? Allah Kumandan'a ve İslâm ümmetine hayırlar versin. Âmin.


Baran Dergisi 360. Sayı