Türkiye için mesele artık yalnızca tehditleri savuşturmak değil; fırsatları doğru okumak ve bölgeye kalıcı bir düzen önerisi sunmak meselesidir. Ortadoğu’da kartlar yeniden dağıtılırken, bu kez oyunu kuran mı olunacağı yoksa dışlanan, izole edilen ve parçalanmak üzere sırasını bekleyen tarafta mı kalınacağı sorusu, Ankara’nın bugün alacağı ve uygulayacağı stratejik kararlarla şekillenecektir

İsrail–İran savaşı bölgeyi sarsarken, ABD’den gelen açıklamalar Ortadoğu denkleminde köklü bir değişimi haber veriyor. İran’ın gerilemesiyle oluşan güç boşluğu, Türkiye’nin ya kuşatılarak yalnızlaştırılacağı ya da bölgesel liderlik için önünün açılacağı iki farklı senaryoyu aynı anda gündeme getiriyor. Kartlar bir kez daha dağıtılırken, gözler Ankara’nın atacağı adımlarda.

Ortadoğu’da yaşanan son gelişmeler, bölgesel dengelerin yeniden şekillendiği kritik bir döneme işaret ediyor. İsrail’in İran’a karşı başlattığı doğrudan saldırılar ve buna karşılık gelen füze atışları, artık vekâlet savaşlarını aşan, doğrudan tarafların karşı karşıya geldiği açık bir çatışma düzeyine ulaşmış durumda. Bu askerî gerilim yalnızca Tel Aviv veya Tahran’ı değil, tüm bölgeyi etkileyecek jeopolitik bir dönüşümün kapısını aralıyor.

Bu süreçte öne çıkan aktörlerden biri, ABD Başkanı Donald Trump. Trump, İran’ın nükleer programının tamamen sona erdirilmesi gerektiğini, bu hedefin yalnızca geçici bir ateşkesle değil, Tahran rejiminin bölgesel askerî ve siyasî etkisinin kalıcı biçimde kırılmasıyla sağlanacağını açıkça ifade etti. Söz konusu söylem sahada da karşılığını bulmuş durumda. İsrail’in düzenlediği saldırılarda, İran ordularının en üst düzey komutanları kısa süre arayla atanan başkomutanlar da dahil olmak üzere öldürüldü. Bu gelişme, İran’ın askerî reflekslerini felç etmiş; komuta kabiliyetini ve caydırıcılığını büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır.

Kuşatılma ve Bölgeden Tecrit

İran’ın bu denli zayıflatılması, onu fiilen bölgesel denklem dışına iterken, oluşan boşluğun kim tarafından doldurulacağı sorusunu da beraberinde getiriyor. Bu noktada Türkiye’nin adı ön plana çıkıyor. Ancak bu yükselme ihtimali yalnızca bir fırsat değil; aynı zamanda yeni bir kuşatma senaryosunun da habercisi olabilir. Zira uzun yıllardır İran tehdidi üzerinden konsolide edilen Körfez ülkeleri, bu kez Türkiye’nin “yeni tehdit” olarak gösterilmesiyle yeniden hizalanmaya zorlanabilir.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “İsrail’in hedefi Türkiye’yi kuşatmak” şeklindeki açıklaması, bu eğilimin iç siyasette de yankı bulduğuna işaret ediyor. Türkiye’nin Gazze meselesinde sergilediği kararlı duruş, Filistin halkıyla kurduğu dayanışma ve bölgedeki diplomatik nüfuzunun artışı, kimi çevrelerce “bölgesel tehdit” olarak sunulmak isteniyor. Körfez ülkeleri, bu defa Türkiye’nin etkinliğinden korkutularak ABD ve İsrail eksenine yeniden çekilmeye çalışılacaklar.

Bu taktik yeni değil. Geçmişte Türkiye ile İslâm âlemi arasına “Kürt koridoru” ve “Şii hilali” gibi stratejik fay hatları çekilerek, bölgeyle kurduğu doğal irtibat kesilmeye çalışılmıştı. Bugün sahada yaşananlar ise bu senaryonun güncellenmiş yeni bir versiyonunu yakında bir kez daha göreceğimizi düşündürüyor. Türkiye içindeki PKK yapılanması büyük ölçüde etkisizleştirilmiş olsa da, Suriye, Irak ve İran’daki uzantıları hâlâ aktif. Bu yapılar, Türkiye’nin güneyinde kesintisiz bir terör hattı kurma çabası içinde. Söz konusu hat yalnızca güvenlik riski yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda Türkiye’nin Arap coğrafyasıyla kurmak istediği kültürel ve siyasî irtibatı da sekteye uğratmayı hedefliyor.

Bölgesel Liderlik Fırsatı

Buna karşın, yaşanan gelişmeler Türkiye açısından yalnızca tehditler değil, aynı zamanda önemli fırsatlar da ihtiva ediyor. İran’ın etkisizleşmesiyle birlikte, Körfez ülkelerinin Amerika ve İsrail’e “geleneksel koruyucu güç” refleksiyle yönelmesinin gerekçesi büyük ölçüde zayıflıyor. Öte yandan, İsrail’le açık ilişki yürüten rejimlerin, bu tercihin kendi kamuoylarında doğurduğu meşruiyet kaybıyla yüzleşmeye başlamaları da dikkat çekiyor. Caydırıcı bir İran tehdidinin ortadan kalktığı bu yeni zeminde, Türkiye ile stratejik ortaklık arayışları artık daha makul, daha sürdürülebilir bir seçenek olarak öne çıkıyor. Bu durum, Ankara’nın doğru bir siyasetle, bölgeyle daha kapsayıcı, daha dengeli bir eksen kurabilmesinin önünü açabilir.

Nitekim son yıllarda Türkiye’nin Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar ile geliştirdiği yapıcı ilişkiler, bu yönelimin maddi ve diplomatik zemininin şimdiden oluşmaya başladığını gösteriyor. Doğru stratejik adımlar atılırsa, Türkiye yalnızca içine çekilmeye çalışıldığı kuşatma çemberini kırmakla kalmaz; aynı zamanda İslâm dünyasında yeniden merkezî bir rol üstlenerek bölgesel mimarinin kurucu gücü hâline gelebilir.

Ancak bu denge hâlâ kırılgan. Türkiye’nin İsrail-Filistin meselesine yalnızca diplomatik bir düzlemden yaklaşması, diplomatik arabuluculuk dışında daha kararlı ve müşahhas adımlar atmaması hâlinde, bölgedeki yalnızlığını artırabilir. İran’ın yerini “Türkiye tehdidi” söyleminin alması durumunda, bugün dost görünen birçok ülkenin yarın karşı cephede yer alma ihtimali göz ardı edilmemelidir. Hatta bu gelişmeler, Suriye’de kurulmakta olan yeni rejimin dahi Türkiye’ye karşı bir blokta saf tutmasına yol açabilir.

***

Türkiye için mesele artık yalnızca tehditleri savuşturmak değil; fırsatları doğru okumak ve bölgeye kalıcı bir düzen önerisi sunmak meselesidir. Ortadoğu’da kartlar yeniden dağıtılırken, bu kez oyunu kuran mı olunacağı yoksa dışlanan, izole edilen ve parçalanmak üzere sırasını bekleyen tarafta mı kalınacağı sorusu, Ankara’nın bugün vereceği stratejik kararlarla şekillenecektir.

Türkiye’nin böylesi büyük bir oyuna göre rejim başta olmak üzere Türkiye’yi yeni baştan revize etmesi artık bir lüks yahut tercih değil, varlık-yokluk meselesidir.