Osmanlı kuruluş devrinde yaşayan bir sûfî ve ilk başmüderris olan Dâvûd-ı Kayserî, aslen bugün İran sınırları içerisinde bulunan Sâveli bir aileye mensuptur. Moğol istilasından kaçan ailesinin Kayseri’ye gelmesi sonucu burada doğmuştur. Tam tarihi bilinmemekle beraber 1258-1261 yılları arasında doğduğu öne sürülür. Kaynaklarda hayatı hakkında tafsilatlı bilgiye yer verilmemiştir. Ailesinin ilim geleneğine mensup bir aile olmasından ötürü Dâvûd-ı Kayserî, erken yaşlarda Kayserî’deki medreselerde tahsil hayatına başlamıştır. 

Mısır’a gitmeden önce Kayseri ve Konya’da Kur’an, sarf, nahiv, âdâbü’l-bahs ve mantık gibi temel dersleri almıştır. Konya’daki üstadlarından Sirâceddin Urmevî, Konevî vasıtasıyla İbn Arabî tasavvufundan haberdardır ve çağdaşı Mevlânâ ile de yakın dostluklar içinde olan birisidir. Ayrıca Urmevî’nin Mısır’da tahsil görmüş olması Kayserî’nin de eğitimine Mısır’da devam etmesinin sebebi olarak zikredilir. 1283’ten sonra Mısır’da iyi bir tefsir, fıkıh ve hadis eğitimi almıştır. Kayserî’yi burada etkileyen asıl unsur ileride kasidelerine şerh yazacağı İbn Fârız’ın etkisindeki tasavvufî çevre ile tanışmış olmasıdır.

1287’de Mısır’dan ayrılan Kayserî’nin 1314’te Niksar’a gidene kadar Kayseri ya da Konya’da müderrislik yaptığı tahmin edilmektedir. 1314’te Niksar Nizamiye/Yağıbasan Medresesi’nde Merâğa Matematik-Astronomi Okulu mensuplarından İbn Sartak’tan matematik-astronomi ilmini tahsil ettiği, Kayserî’nin burada istinsah ettiği iki eserden anlaşılmaktadır. Buradan muhtemelen hocası İbn Sartak’ın da teşvikiyle Tebriz’e gelen Kayserî, Abdürrezzâk Kâşânî’den Fusûsu’l-Hikem’i okumuştur. 

1332 yılında aldığı manevî bir işaretle Fusûs şerhini kaleme almıştır. Ayrıca onun burada kaldığı süre zarfında hocası Kâşânî vasıtasıyla Sühreverdilikle tanıştığı hatta bu tarikat usûlünce seyr u sülûkunu tamamladığı da söylenmektedir. 1331’de İznik fethedilince Orhan Gazi buraya Osmanlı’nın ilk medresesini inşa ettirmiştir. 1335 yılında Dâvûd-ı Kayserî bu medreseye müderris olarak tayin edilmiştir. Kayserî, İznik’te 1350 yılında vefat etmiş ve ders verdiği medresenin karşısına Çınardibi denilen yere defnedilmiştir.

Osmanlı Devleti’nin ilk müderrisi ve ilk düşünürlerinden biri olan Dâvûd-i Kayserî’nin eserlerinden dinî ve aklî ilimlerde iyi bir öğrenim gördüğü anlaşılmaktadır. Dinî ilimlerden bilhassa fıkıh ve hadis sahalarında derin bilgiye sahipti. Ancak daha ziyade tasavvuf, kelâm ve felsefe alanlarındaki dirayetiyle temayüz etti.

Zâhirî ilimlerle tasavvufu kendinde birleştiren Dâvûd-i Kayserî özellikle İbnü’l-Fârız, İbnü’l-Arabî ve Abdürrezzâk el-Kâşânî gibi büyük sûfîlerin geliştirip sistemleştirdikleri vahdet-i vücûd nazariyesini benimsemiştir. Ayrıca Aristoteles gibi Yunan filozoflarıyla Ebü’l-Berekât el-Bağdâdî gibi İslâm filozoflarını tenkit edebilecek seviyede felsefe bilgisine sahipti. Vahdet-i vücûd nazariyesini felsefî mahiyette yorumlayan ve savunan ilk sûfî müelliftir. 

Dâvûd-ı Kayserî hem yaşadığı dönem hem de bu esnada bulunduğu ilmî muhit itibariyle ilimler tarihi açısından dikkat çeken bir simadır. Bu farkındalık onun tevarüs ettiği ilimler ve onları aktarımı ile ortaya çıkar. Zira onun medrese hayatı ve orada edinmiş olduğu medrese dili ile Ekberî düşünceyi ele alıp yorumlaması irfanî düşünceyi farklı ilim çevrelerine açmıştır. Konevî ile başlayan Cendî ve Kâşâni ile devam eden teorik tasavvufun yorumlanmasında Kayserî’nin yeri, öne çıkardığı meseleler ve telif tarzıyla diğerlerinden farklılaşmaktadır. O, akli ve nakli ilimleri, ilm-i ilâhî olarak nitelediği tasavvufu izah ederken kullandığı gözükmektedir. Çünkü farklı ilimlere dair tüm teliflerinde konuyu nihai kertede ilm-i ilâhîye taşımıştır.

Dâvûd-ı Kayserî Risâle fi İlmi’t-Tasavvuf isimli eserinde, vahdet-i vücûd doktrini etrafında şekillenen varlık ve bilgi anlayışını “konu, meseleler ve ilkeler” bağlamında temellendirmeye çalışarak teorik tasavvufa müstakil bir çerçeve kazandırmak istemiştir. Ayrıca Fusûsu’l-hikemşerhine mukaddime olarak yazdığı sonraları Mukaddemât olarak öne çıkan bu girişte, teorik tasavvufun problematiği olarak gördüğü on iki meseleyi konu edinmiştir. Burada felsefe ve kelam geleneklerini eleştirmekten geri durmayan Kayserî, varlık ve bilgiyi yeni bir perspektifle ve yeni kavramlarla ele alarak keşf ve müşahede yönteminin geçerlilik ve kesinliğini kanıtlamaya çalışır. 

Her ne kadar Konevî için eserlerinde benzer amaçları taşıdığı söylenilebilirse de onun teliflerinde oldukça soyut ve özet bir üslubu benimsediği buna mukabil Kayserî’nin, ayrıntılı, çok örnekli ve bol kanıtlar sunan bir üslubu öncelediği görülecektir. Burada naklî ilimlerdeki yetkinliğini meseleleri izah ederken kullandığı hemen fark edilebilir. Bu açıdan özellikle Fusûs şerhi, irfanî dille medrese dilini (mantık-nazari/şerî) birbirine yaklaştırır. Kayserî’nin burada oynadığı kilit rolden ötürü Ekberî düşüncenin asırlar boyu Osmanlı toplumunda ve ilim çevrelerinde etkin olduğu söylenebilir.

Dâvûd-i Kayserî, daha çok Fusûsü’l-hikem şerhiyle kendisinden sonraki müellif sûfîleri etkilemiştir. Bu şerh daha kendi döneminde Anadolu’nun dışında tanınmış, Altın Orda Devleti’nin merkezi Saray’a ulaşmış ve burada Emîr-i Kebîr Hemedânî (ö. 1385) Fusûsü’l-hikem’e yazdığı şerhte Dâvûd-i Kayserî’nin eserini esas almıştır. Anadolu sahasında ise ilk olarak Şeyh Bedreddin onun şerhine bir ta‘lîkāt kaleme almış, ancak bu eser günümüze ulaşmamıştır. Molla Fenârî, Kutbüddin İznikî, Sofyalı Bâlî Efendi, Abdullah Bosnevî ve İsmâil Hakkı Bursevî gibi Osmanlı âlim ve mutasavvıfları da Dâvûd-i Kayserî’nin Fuṣûṣü’l-hikem şerhindeki görüşlerinden etkilenmişlerdir. Onun bu şerhinin tesiri XX. yüzyılın başlarına kadar devam etmiştir. Nitekim İzmirli İsmail Hakkı, Dârülmuallimîn’de öğrenci iken Fusûsü’l-hikem dersi almak isteyince hocası Ahmed Âsım Bey kendisine Dâvûd-i Kayserî’nin şerhini okuttuğunu söyler.

Kaynakça: İDA; DİA. 

Baran Dergisi 754. Sayı