Savaş, insan için mukadderdir.
İnsanlık tarihi, düşünce tarihi olduğu kadar, savaş tarihidir de.
Bütün medeniyetler, savaşlarla kurulmuş ve savaşlarla yıkılmıştır.
Genel mânâda savaşa karşı olmak insanın elinde değil, çünkü savaşı karşı taraf başlatabilir. Savaşa karşı olmaktan ziyade, her zaman hazır olmak ve haksız bir savaşı başlatmamak mühimdir.
“Hazır ol cenge, ister isen sulhu salâh” bunun için denmiş. Savaşa hazırlıklı olmayan, karşı tarafın saldırı ve zulmüne maruz kalır ve “sulh ve salâh” bulamaz. Bir savaşta verebileceği kayıpları düşünüp savaşa hazırlanmayan, ileride daha büyük kayıplara uğrar.
“Haksızlığa isyan etmeyen, hakkını kaybedeceği gibi, şerefini de kaybeder” diye buyuruyor büyük sahabî Hazreti Ali.
Osmanlı İmparatorluğu’nun manevî kurucusu Şeyh Edebali, Osmangazi’ye şöyle emrediyor:
“Haklı olduğun kavgaya gir!”
Allah bizi bu dünyaya imtihana, Yaratıcıya sevgi ve bağlılığımızı isbata gönderdi. Sevgimizin isbatı ise bu uğurda fedakarlıkta bulunmak, mal ve canımızla cihad etmektir. Kuru kuru Allah sevgisi ve Müslümanlık olamayacağına göre, samimiyetimizin delili, nefsimizi fedadan geçmektedir. Büyük ve küçük cihad birlikte olarak; bunları birbirinden ayırmadan iç ve dış oluşumuz birlikte... Asıl olan iç oluştur, muhtevadır, fakat dışta tecelli etmek zorundadır ki, hem samimiyet görülsün, hem iç oluş temin edilsin.
İnsan, en yüksek performansına savaşla ulaşır. Zaten ölüm duygusu olmasaydı insan yaşayamazdı. İnsanın hayata sarılmasının sebebi ölümün olmasıdır. Ölüm duygusunun en yakın hissedildiği savaş hali ise, insanın en yüksek performansının görüldüğü ânlardır.
Hissin ve düşüncenin en yüksek olduğu ânlar, savaş anlarıdır, velev ki kişinin kendisiyle savaşı olsun. Zaten insan, gerilim, çatışma ve mutluluktur.
Bir dava için ölünüyorsa o dava yaşar. Üstad’dan: “Eğer Havariler ölmeseydi Roma İmparatorluğu yıkılabilir miydi?”
Ölüm, hayata tutunmak, hatta en şiddetli tutunmaktır. Ölümsüzlüğe ulaşmak için ölmek, ebedî hayat için ölmek bunu gösterir. Hele hele zorlayan bir savaş yokken, yani kendini mecburî bir savaşın içinde bulmamışken ölüme ve fedakarlığa atılmak kahramanlığın ileri derecesidir. “Ölmeden Ölme” sırrı ise, peşin ölenler için, bir ân önce ölüp kurtulmak için değil, çile ile direnmeyi sürdürenler ve “şehitlik şuuru” ile her ânını değerlendirenler için.
Gelgeç cinsinden savaşanlar ve istikrarlı savaşanlar... Meşhur sözdür; “savaşı kuvvetliler değil, dayanıklılar kazanır”. Ne kadar güçlü olursa olsun birden parlayan hareketler, süreklilik ve istikrar kazanmazsa birden sönmeye mahkum olur; istikrarlı olanlar ise neticeyi kazanır. Atılganlık ve coşku şarttır, böyle çıkışlar olmadan olmaz; fakat işi bitiren birden patlayan bombalar değil, askerî deyimle söylersek piyadelerin orayı zabtetmesi, hatta bir ânlık zabtetmek de yetmez, kalıcı düzen kurmasıdır. Demek ki savaşın gayesi olan ideoloji, aynı zamanda savaşın vasıtasıdır da. Ve “oluş tekniği” diye bir müstakil mevzuun doğmasına sebeb olmuştur.
Çağımızda hadiselerin karmaşıklığı ve insan ve toplum ilişkilerindeki çeşitlilik ve dağınıklık, ideolojiyi de şart kılmaktadır. Savaşı kazanmak için gerekli ideoloji, hem kendi elemanlarını devşirmek ve hem de hayatın gittikçe karmaşıklaşan meselelerinin altında kalmamak, çözümler üretmek için. Bunlara paralel askerî güç, hatta şöyle söyleyelim; askerî gücün zaferi için ideoloji şart.
İdeolojinin hem gaye hem vasıta değeri olması... Bu gerçeği anlamayanların hüsranını, günümüzdeki devlet ve toplumlarda sık sık görmekteyiz. Meseleleri, inkar politikalarıyla ve kaba güçle çözeceğini sananların kendileri çözülmüştür.
Savaşa topyekûnlük karakteri veren çağımızda, zihni yetenekleri dar olanlar savaş kazanamaz. İçine kapanık yaşayan, dar çevrelerinde manevra kabiliyetini yitiren, tek yanlı etkinliklerden ötürü zihnî melekeleri pek gelişmemiş olanlar savaş kazanamaz.
Mertlik, ilk ve önemli faktör; fakat sadece mertlikle de olmuyor. Üstadın namaz hakkındaki güzel teşbihinde olduğu gibi: “Her şey namazla başlar ama hiçbir şey namazla bitmez.”
Savaş, hem tehlike alanıdır, hem belirsizlikler alanıdır. Başta cesaret gerekir, sonra yol yürümek için feraset ve basiret gerekir. Bizde ise “hiyerarşide ferasete tâbi olmak” vardır.
Kararlılık, cesaret ve ruh kuvveti kazanmak için, duygularımızın eğitilmesi. Askerî deha Clausewitz’den bir paragraf:
"Kararlılık, cesaretin özel bir duruma uygulanmasıdır; bir karakter özelliğine dönüşürse, bîr zihin alışkanlığı halini alır. Burada söz konusu olan maddi tehlike karşısındaki cesaret değil, sorumluluklar karşısında, yani bir anlamda manevî tehlike karşısında gösterilen cesarettir. Buna Fransızca- da courage d’esprit denir, çünkü zihnin mahsulü olduğu kabul edilir; oysa aslında her türlü cesaret zihnin değil, mizacın bir özelliğidir. Sadece zekâ cesareti gerektirmez. Nitekim en zeki insanların çoğu zaman cesaretten yoksun olduklarım görürüz. Zekâ önce cesaret duygusunu uyandırmak, sonra da onu beslemeli ve desteklemelidir, çünkü nazik ve kritik durumlarda insan düşüncelerinden çok duygulan ile hareket eder.”
Savaşçı millet olmalarından dolayı ordusunu Türklerden oluşturan Abbasî Halifesi, “Türkler savaşta kor gibidir”, der. Saman alevi gibi değil, hiç sönmeyen ve hararetini devamlı muhafaza eden ateş...
Kor gibi olmak... Tasavvufta kişinin olgunlaşması ve çilesi için, “yaş odun gibi çatır-çutur değil, kuru odun gibi sessiz ve için için yanmak” benzetmesi vardır. Aşk ve heyecanı devamlı hale getirmek, içine sindirmek ve melekeye dönüştürmek. Savaşı sürdüren ve kazandıran bunlardır. Kalbi kasıp kavuran fırtınalara, türlü fikir ve şüphelere rağmen, fırtınadaki gemi pusulasının sabitliği gibi, böyle bir kuvvetli mizaç. Bu mizaç ise, “iş içinde eğitim”le pişe pişe sağlanır. İçte ve dışta inkılap, ilkel ve ibtidaîlik içinde ve boşa geçen zamanla (boş boş beklemekle) sağlanmaz. Belki de bunun için “Yamyam kabilesinden askerî deha çıkmaz” deniyor.
“Siyaset boşluk kaldırmaz” derler, sadece siyaset değil, hayat boşluk kaldırmaz. Atı alanın Üsküdar’ı geçme derdinde olduğu günümüzde (geçmişte de öyleydi), seyirci tavrı ve onu bunu eleştirmekle yetinip olayların ardından ağlanıcı-sızlanıcı tavır, kazandırıcı değil kaybettiricidir. Hayat tarafından yutulup çöplüğe atılır tavırlardır bunlar.
Clausevvitz, “muharebenin sıcak basıncı içinde insan kalbini durduran bütün yüce duygulardan hiçbiri, şan ve şerefe susamışlık kadar güçlü ve devamlı değildir” diyor. İnsanın kendini aşması, kendine güvenmesi, bir şey başarmanın-zaferin tadı, her şeyin üstünde olabilir. Yeter ki, zulme vardırmasın, çünkü insan bu duygulara muhtaçtır, varlığının isbatı olarak gerekir. Ölüm sınırında yaşamanın yüceliği, hafifliği ve rahatlığı, hiçbir zevkte yoktur.
Baran Dergisi 124. Sayı
28 Mayıs 2009