İBDA Mimarı sayın Mirzabeyoğlu'nun Allah Resûlünün hayatı ile ilgili bir eseri çık­tığında şöyle düşünmüştüm: Allah Resûlünün hayatını destansı bir üslupla anlatan ve bugün hâlâ 20 sene önceki heyecanla okuduğum "Çöle İnen Nur" gibi bir eser varken Sayın Salih Mirzabeyoğlu acaba neyi anlatacak? Aynı destansı üslupla anlatsa bile bu Çöle İnen Nur'un tekrarı olmaz mı?

Bu duygular içinde eseri okumaya baş­layınca yanıldığımı gördüm. Eserin tarzı de­ğişikti ve Çöle İnen Nur'un niçin buudu idi? Yani, çöle ve bütün zaman ve mekâna inen nurun nedenini izah ediyor.

İBDA'nın Büyük Doğunun intikal ve doğrulayıcılık mihrakı olduğunu ve teorik dil alanı kurduğunu hatırlayınca eseri daha iyi anlamaya başladım, Salih Mirzabeyoğlu, eserin tak­diminde, Üstadın, "Çöle İnen Nur" adlı eserinin, "Has ve hususi nisbetimin iç yüz gı­dalarından biri" olduğunu belirtir. Demek ki, gıdasını ora­dan almış ve bu eserini vermiş.

Hakikat-i Ferdiyye'yi okuduktan sonra şunu da gördüm ki Üstadın altbaşlığı “Çöle ve Bütün Zaman ve Mekâna” olan Çöle İnen Nur'unu layıkıyla anlamamışım. Şiir gibi ve belki de sü­rükleyici bir macera romanı gibi okumuşum. Ama Çöle İnen Nur’unda hakikatini bana "Hakikat-i Ferdiyye" gösterdi. Ve şunu bir kere daha anladım ki İBDA olmadan BÜYÜK DOĞU anlaşılamaz. Büyük Doğunun nasıl an­laşılması gerektiğini bize gösteren İBDA'dır... İBDA olmadan BÜYÜK DOĞU olmaz.

Yukarıda, "Allah Resûlünün hayatı ile ilgili bir eser" ifadesini kullanmıştık. Hayat denince, "nerede doğdu, nerede yaşadı ve ne gibi olay­larla karşılaştı ve nerede öldü" gibi hayat hi­kayesi anlaşıldığı için bu ifadeyi açmak ihtiyacı duydum. Çöle İnen Nur ve Hakikat-i Ferdiyye adlı eserlere bu mânâda "Allah Resûlünün hayat hikayesi" demek onun hakikatini görmemek olur. Tarih kitabı, siyer kitabı okur gibi, "nerede doğdu, nasıl yaşadı, ne zaman evlendi, Peygamberliği, savaşları ve ölümü" gibi sadece olaylar zincirini görüp olayların ardındaki key­fiyetini görmemek Allah Resûlünü bilmemek olur. İslam tarihi kitaplarında "Hz. M.....d’in hayatı” diye genelde böyle bir tarihi-kronolojik bilgiler vardır. Kâinat, yüzü suyu hürmetine ya­ratılan ve geçmiş, şimdiki ve gelecek bütün hayatların da sahibi olan nasıl belli bir tarih dilimiyle sınırlanabilir ki? Allah Resûlü, sadece, çölde yaşayan, kızlarını diri diri toprağa gömen bedevi ya da soylu Arablara hakikati göstermiş değildir. O, topyekûn insanlığın Peygamberidir. Allah Resûlünün Bedr cenginde dövdüğü kılıç bütün insanlığa şifa dağıtmıştır.

Allah Resûlünün savaş yönünü görmezden gelerek devamlı Ona iftira edenler "Medine sözleşmesi"nden bahseden uzlaşmacı, sivil toplumcular da Allah Resûlünü hristiyan ve yahudilerle -haşa- kardeş kardeşe yaşayan bir peygamber olarak sunarlar. Laik kâfirlerle diyalog yolları arayan işbirlikçi hallerine Allah Resûlünü alet ederler.

Allah Resûlü için "cömertti, alçak gönüllüydü, merhametliydi" derken "Mâhî-küfürleri mahvedici" isminden bahsetmemek, diğer vasıflarını bu ismiyle çelişir bir şekilde sunmak Allah Resûlünün hakikatini örtmektir. Ve bu şuurlu olarak yapılırsa küfre kadar varır. Münafık ve işbirlikçiler tarafından Allah Resûlünün hakikati şuurlu olarak saptırılır. Bu sapıklardan kimi O'nun kul planında mutlak tatbikçiliğini görmez ve sanki başka İslâm varmış gibi "Kur'andaki İslâm" der, kimi "Savaş Peygamberi" gerçeğini gözardı eder, sapıkların birçoğu da O'nun hadislerine şüphe çamuru atmaya kalkar..." İslama Muhatap Anlayış”a sahip olmayanların Allah Resûlüne bakış açıları da yanlışlıkla dolu olacaktır.

Hikmetleri devşirici İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, Allah Resûlünün "Kelam ve mânâ toplayıcılığı” vasfından aldığı payı O'nun ümmetinin bir ferdi olarak gösterir. Salih Mirzabeyoğlu’nun ifadeleriyle "Allah’ın Sevgilisine bağlı en hakir bir fert liyakatini temsil mesuliyetiyle..."

"Hakikat-i Ferdiyye" İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun Allah ve Resûlüne aşkının tezahürü. Akıl bir yana aşkla okunacak bir eser... Vecd bahsinde dendiği üzere:

"Aşk, atom bombası... Atom bombasıyla çukur açmak dururken, iğneyle kuyu kazılır mı? Bomba aşk ve akıl iğne!..” Bu eser, akıl iğnesi ile kuyu kazmak değil, aşk kanatlarıyla yükselmek ve yüksekliklerden hikmetler devşirmek... Akıl iğneyle kuyu kazarken aşk, atom bombası ile saray inşaının temellerini açar...

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu Hakikat-i Ferdiyye adlı eserinde Allah Resulünün hakikatini bize gösterir. Bu eser, Allah'ın Sevgilisi'nin hakikatini göstererek O'na nasıl iman edileceğini ifadelendirirken Allah'a imanın da hakikatini gösterir. "Allah'a Resulünün gösterdiği yoldan iman" zarureti... Allah’ın Re­sulüne imanın hakikatini bilmeyenlerin Allah'a imanın hakikatinden bahsetmeleri boşunadır. Çünkü, Allah'ın Resulüne iman etmeden Allah inancı olmaz...

Üstadın Çöle İnen Nur adlı "aşk destanı”na vurgulama yapan Salih Mirzabeyoğlu, Üstadın o "aşk destanı"na muhatap olarak, "O var diye varolunduğumuz "Gaye insan ve Ufuk Peygamber"e aşkımın ve vecdimin destanını yazmaya "özendiğim bu eser" der... Bu eserin alt başlığı da "Çöle İnen Nur"...

“Eşya ve hadiseler karşısında ruhun "nasıl?" tavrını gösteren ve fikri sanat edasında veren Büyük Doğu Mimarı'na mukabil işin "niçin?" buudunu gösteren ve tecrid tavrını temsil eden ben" diyen Salih Mirzabeyoğlu aşk ve vecdinin usûl, üslûp ve sistemini göstereceğini belirtir. Fakat "kovan"ın bir olduğunu ifade eder.

Takdim'de şöyle deniyor. "O’na (Allah Resûlüne) "yakin", getirme usullerinden biri de belirttiği liyakat nisbetinde, tefekkürdür; ve te­fekkürün öyle çeşitleri vardır ki, has ve hususi ibadet neviindendir... Böyle bir tecrübe üzerindeyim!.. "İsim ve muhtevasının özelliğine nisbetle bu eser. "Hikemiyat" planındadır; hikemiyat usûlüncedir..."

Allah'a ve Resûlüne imandan bahsederken önce "iman nedir?" sorusu: "İman, "zevken idrak" demektir; demek ki "sezgi", keşif me­lekesidir ve keşfin sıhhati de İslâmî ölçülerde..."... İnsanın ahlakî bir varlık olması, Bütün Fikrin Gerekliliği davası, severek yap­manın sır idrakinin bahsi içinde olması, "dır" ve "tır"lara yer yok, kesin hükümden sa­kınmak, basiret ve feraset gibi bahisler üze­rinde durulur.

"İman" mevzuu ile ilgili başka bir alıntı:

"Basar... İman, "Kalb gözü" ile görme işi, "zevken idrak", sezgi ve bedahet davası... İmanın bu vasfı, onun hiçbir rasyonel ve aklî operasyonla kategorileştirilemeyeceğini ve anlaşılabilmesini sağlayacak hiçbir kategori bulunmadığını gösterir; imanı kategoriler içine sokmak, onun imhasına yönelmiş bir zulümdür."

İman davasına bitişik kelimeler basiret, feraset... Ve bir hadis meali: "Mü'minin ferasetinden korkunuz, zira o Allah'ın nuruyla nazar eder!"

Anlaşılamayan ve sadece tekerleme gibi söylenen bu hadisin mânâsı eserde hissedilir bir şekilde anlatılıyor. İman, feraset, basiret, "kalb gözü", nur, nazar, sezgi... vs. gibi kav­ramlar idrak ettirilir. Kalbe ve sınırlarını bilen akla gösterilir. Tabiî ki, selim akıl, aczini idrak eden akıl... İslâmı, akla tasdik ettirmek değil, akla acizliğini göstererek İslâmın önünde diz çöktürmek ve bağlı akılla faaliyette bu­lunmak... Kaba akıl değil, "zevken idrak"e tâbi akıl... Aklın üstünde ve önünde birçok değer var; İman, aşk, vecd, bedahet, basiret, feraset, sezgi, vahiy, ilham, keramet, göz ve görmenin hakikati, rüya, ruh, ruhaniyet, kalb gözü vs. Kim bunların hayatın belirleyicisi olmadığını iddia edebilir?..

İnanma o kadar kıymetlidir ki, bu olmadan insan kendini ve kainatı bilemez... İBDA Mimarının ortaya koyduğu "iman metodoloji" davasının izahı ise de kuru akılcıların inanmakta zorlandığı mi'râc hadisesiyle ya­pılıyor.

Şu hususa da işaret ediliyor: "Devrimizde her zamankinden daha çok dış düşman ve iç sapıklar olduğundan fikir, nazar, delil ve ispata gerek vardır. Çünkü ihtilaf noktalarında kişi li­sanını muhafaza etse de işittiği hususlarda kal­bindeki hislere mâni olamayacaktır..." Bu eserin neden "hikemiyat plânında" olduğu da ortaya çıkıyor...

Ayrıca şu nokta: "Lisanı ile iman eden, fakat kalbi ile iman etmeyen kimse Allah ka­tında mümin olamaz!"

Tilki Günlüğü gibi emsalsiz ve orijinal bir eserin sahibi, bu eserinde de yeri geldikçe bazı kelimelerin iştikak - kök ilmi alakalarını vererek lisanın "ruh kökü"ndeki birlikteliğini gös­terir. Bizi, zengin bir tedailer hazinesiyle başbaşa bırakır. Lisan denizinde mânâların, bir girdaba doğru aktığını hisseder gibi oluruz. Öyle bir girdap ki, kâinat mahşer gibi, ana baba günü gibi hummalı bir faaliyetle akmakta... Binbir türlü yollarda, asıl yolu arayan insanlığın uğultusu kulaklarımıza gelir gibi olur. Sanki kâinat binlerce arının vızıldadığı bir arı kovanı... Kâinat, bir kovan uğultusu... Nedir bu hayat? İnsanlardaki bu didişme nedir, bu bitmez tükenmez enerji nereden geliyor?.. Giden-gelen, doğan-ölen, yıkan-yapan sayısızca renk ve şekilde insan, sayısızca olay; binbir dekor... Bu kâinatı kim yönetiyor... Elbet bir yöneten var!.. Eserdeki teşbihi belirtildiği gibi nakledersek, Allah için bu, çocukların çelik çomak oy­naması gibidir... Allah Kutsî hadiste buyuruyor; "Ben âlemi insan, insanı kendi marifetime ulaşması için yarattım"... Rabbini bilmenin hakikati Allah Resulünde tecelli ediyor... Hakikat-i Ferdiyye bu marifete ulaşmanın eseri... İBDA budur zaten.

Kâinatın Efendisi, Allah'ın Sevgilisi... Gaye İnsan ve Ufuk Peygamber. O ki, o yüzden varız!.. Allah Resulünün bu hakikatleri apaçık meydanda iken "Kur'an varken başka bir şey aracı olamaz" diyen, Allah Resûlünün hadislerine şüphe ile bakan, sahâbîlerine dil uzatanlarla Hristiyan ve Yahudilerin Allah Resûlünü inkârı arasında bir fark yoktur... Biri küfrünü açıkça söylerken, diğeri İslâm maskesi altında sunuyor ve dış düşmana nazaran iç düşman daha tehlikeli oluyor. Çünkü, İslâm diye diye İslâmsızlaştırma sözkonusu… Böyleleri, Allah Sevgilisini, sıradan bir insan ve Allah'tan haber getirmekten başka bir değeri olmayan, adeta postacı derecesine indirerek inkâr etmiş olurlar. Ne kadar lafta kabul ediyoruz deseler bile... Onların kabul ettiği "Kâinatın Efendisi, Gaye İnsan ve Ufuk Peygamber" değildir. Kendi akıllarına ve sapık emellerine göre icad ettikleri bir mevhumedir. İleride böylelerine bir misal vereceğiz.

Akıl mevzuunda Hakikat-i Ferdiyye'den bir iktibas:

"Şeriatın üstünlükleri akıl ile anlaşılamaz; çünkü akıl işi tahdid ile tek bir esasa bağladığından, (ki akılsız akılcılar kendi halleri bu iken bunu anlamaz) akıl kâfi gelmiyor... Batı tefekküründe, aklın son takatinin kendini iptal olduğunu farketmiş ve işi feraset ve basiret halinde bedahetlerle idrak şeklinde sezgiye bağlamış Bergson'a, onun ruhçu metoduna, şöyle bir tenkid yöneltiliyor:

— "Sen aklı iptal ettin ama; akılla iptal ettin!"

Onun da cevabı şudur:

— Demek ki aklın vazifesi kendini iptal etmekmiş!"

Kaba akıllarına uymadı diye tasavvufu inkâr eden idraksizlere ise şöyle denir:

"Akl: İp ile bağlamak ölmek... İslâm tasavvufunu en mahrumu oldukları şey olan akıl adına inkâra yeltenen ve böylece kalb hakikatini ve böylece de topyekûn varlığı reddetmiş olduğunu anlamaz akılsız akıllar, işte bu soydan üstün akıl dilinden mahrum olanlardır... Mânâları bu... A'raf suresinde bu idrak çilesizlerinin haline işaret eden bir ayet meâli:

— "Onlar için kalbler var ki, o kalblerle an­lamazlar."

Allah, insanı, kendi marifetine ulaşması için yarattığını belirtiyor... Allah’ın güzel isimlerinden Mübdi, kul plânında "Mutlak Mübdi" Allah'ın Sevgilisi ve mübdi mânâsındaki İBDA... İBDA'nın ismi ve yaptığı işin ilahi marifete nisbeti görülüyor herhalde...

Çocuk hikmeti... "Çocukluğundan Tab­lolar" bahsinden:

Bedi: Başlama başlayış, ilk... Bedâ': Çöle çıkmak. Bedâ’: Fikir, rey. Bedâ': Hayret verici, yenilik ve iyiliklerde üstünlük. Acib ve garib olma. Yeni zuhur etme. Bediilik... Bedî. Bedi ve güzel olan İlahi ve güzel eserlere müteallik bulunan.

Cuma günü... Bedîi... Bedahet... İbda... Çocuk... Birdenbire zuhur... Şehid... Şahid... Mezar taşı... Örtü perde... İcâz, muciz... Aşk, ışık, nur!.."

Allah Resûlünün isimlerinden "MÂHİ-küfürleri mahvedici". Bu başlıkta, Mâhi'nin lügatçemizdeki karşılıkları tedai halinde veriliyor. Mâhi'nin balık mânâsına da geldiğini görüyoruz. İBDA'nın mânâlarından olan, "bir şeyi izhar etmek" mânâsına da gelir.

Allah Resûlünün bir önemli hususiyeti de, diğer peygamberlerde olmayan, "Kelâm ve mânâ toplayıcılığı"... O'nun en büyük mucizesi Allah'tan getirdiği Kur’an...

"Hakikat-i Ferdiyye" hikmetini bu başlıktaki bahisten izleyelim:

"Bütün insanlık tarihi içindeki derinliğine ve genişliğine insan oluşları, "tek fert"te tecelli eden hakikatin ve zaman gayesinin temsilcileri olarak, "tek fert"in kadrosudurlar. Bu tek fert, topyekün zaman ve mekanın emrine verildiği, varlığın yüzüsuyu hürmetine yaratıldığı, Gaye-İnsan ve Ufuk-Peygamber olarak Allah'ın Sevgilisi’dir; Hakikat-i Ferdiyye, Ferdin Hakikati- Ferd hakikati... Her Peygamber'de her birinde her birinin hissesi bulunmak üzere, bir hikmet tecelli etmiştir; Resûller Resûlü'nde ise bütün hikmetlerin toplamı... Ferdin Hakikati... Ferdî hikmetin aslı!.."

Allah Resûlünün, "Sizin dünyanızdan bana üç şey sevdirildi. Kadın, güzel koku ve gö­zümün ışığı namaz" hadisi bu bahiste uzun uza­dıya değerlendiriliyor ve Hakikat-i Ferdiyye bahsi noktalanırken sadece Allah'ın Sevgilisi'ne ait hikmetlerden biri belirtiliyor:

— "Hiçbir Peygambere başka bir Resûl tâbi değilken, Allah'ın Sevgilisi’ne bütün peygamberlerin bağlı olması, belirttiği şeref bakımından tekdir."

Bedr Gazası ve Savaş Peygamberi...

"İslâmın ilk büyük harbi ve İslâm kılıcının büyük örsü Bedr Gazası..." "Bedr: sahraya çık­mak, çöle çıkmak..." mânâlarına gelir. Bedr Gazası bahsinden:

"Kâinat çapındaki İslâm zaferinin ilk fış­kırış noktası Büyük Bedr, Koca Bedr, İkinci Bedr, Kanlı Bedr... Bir hadise nazaran, Cebrail O'na gelir ve sorar:

— "Bedr’de hazır olanları nasıl sayarsınız?”

Allah'ın Sevgilisi buyuruyorlar.

— "Hayırlılarımızdır!"

Cebrail Aleyhisselam da diyor ki:

— "Melâikeden Bedr'de bulunanlarda bizim nazarımızda meleklerin hayırlılarıdır!" (...)

"Allah’ın sevgilisi 27 gaza etmişler ve bun­ların 9'unda bizzat savaşmışlardır..." (...)

"Bid'at, dinde, olmayan şeyi eklemek veya olan şeyi çıkarmak şeklinde, uydurma bir ye­nilik demektir... Bu uydurma yeniliklerin en fecilerinden biri de, cihad ve gazada gevşeklik, hatta son 100 senedir Müslümanlara telkin edi­len gaza ve cihadın reddi tavrıdır... Oysa bizzat Allah Resûlü savaşmışlar ve buyurmuşlar:

— "Ben harp Peygamberiyim!"

Demek ki, Allah Resûlünün savaşları, O’nun rahmet olarak gönderilmesidir... “Rahmet Madeni" bahsinde şöyle denir:

"Bilmek gerekir ki, her İlahî isim, Allah'ın bütün isimleriyle vasıflanmış olduğundan, hem Zat'a ve hem de kendisi için konulan mânâya dalalet eder; "Rahmet" ismi, bütün isimlere şamil... Bu yüzdendir ki, İslâmın kılıcı da merhamettir!.."

Mikroba merhamet hastaya merhametsizliktir. Mikrop tabiatlıları imha eden İslâm’ın kılıcı ise insanlığa rahmet olmuştur. Fakat, "Rahmeten li’l-âlemin - Bütün âlemlere rahmet olan" ölçüsü, münafıklara müsamaha ve hoşgörü olarak sunmak isteyenler Allah Resûlüne iftira atarlar. Halbuki pisliklere hoşgörü rahmet değil, zulmün ta kendisidir...

"Rahmet Madeni" bahsinden sonra "İstikbâl İslâmındır", "Çöle İnen Nur" ve "Kendinden Zuhur - Fütuhi Hikmet" bahisleri olduğunu da hatırlatalım.

Kendinden zuhur, tekvin - varoluş... Üçlü birlik: Zat, kün-ol emri ve oluş... Üç, tek sayıların ilkidir... İstidadların açığa çıkması, her nefsin bir hakikati oluşu, tekvin - varoluş kendinden zuhur hikmeti…

Felâh ve salâh yolunda İbda Mimarisini inşa eden, İslâm tasavvufu ve batı tefekkürü kanatları arasında İkinciyi birincinin önünde hesaba çeken ve hakikatleri aslına irca eden İbda mihrakının “Kendinden Zuhur”u ise aynı bahiste şöyle ifade edilir:

— "Her kim kendinden oluş hikmetini anlar ve bunu kendi nefsinde tatbik ve tekvin sırrını kendinde görürse başkalarıyla ilgilenmekten nefsinde rahat bulur ve nefse gelen hayır ve şerrin yine kendinden geldiğini bilir. Burada hayırdan maksadım kulun tabiat ve mizacına ve isteğine uygun olan şeyler, şerden kastım da onun hoşuna gitmeyen ve mizacına aykırı düşen reydir. İşte bu görüşe eren kimse bütün varlıkların mazeretlerini takdir eder ve her ne kadar onlar tarafından bir özür beyan edilmemiş olsa bile bunu kendisi anlar ve bilir ki nefsinde zuhûra gelen her şey yine kendisinden oldu. Nitekim bu hakikat, "ilim malûmâ tâbidir" düsturuyla ifade edilmiştir.”

"O'nun Kitabından (40 Hadis)" bölümüyle eser tamamlanıyor. Bu bölümden seçtiğimiz üç hadis mealini aktarmak istiyoruz:

"Cennetin kapıları, kılıçların gölgesi altındadır."

"İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki, on­ların hepsi Kur'an okur, ibadete çalışırlar ve ehl-i bid'atle meşgul olurlar. Lâkin bilmedikleri cihetten müşrik olurlar ve okumalarına ve ilimlerine bedel rızk alırlar ve dünyayı din kar­şılığında yerler. İşte bunlar kör deccalin avanesi olacaklardır."

"Allah lanet etsin ashabıma sövene."

Eser vesilesiyle Allah Resûlü’nün hakikatini yeniden idrak ettiğimizi belirtebiliriz. Eserde, Allah Resûlü’nün hakikati gösterilirken imanın da hakikati gözler önüne serilir, usûl ve esas içiçe... Şunu anlıyoruz ki, tam hakikatine ulaşamasak bile sır idrakinin verdiği imanla -ki, sır idraki olmazsa iman da olmaz- O'na iman edi­yoruz ve hissemiz nisbetince O'nun ha­kikatlerini idrak etmeye çalışıyoruz.

Allah Resûlü'nü sadece Kur'an'ı insanlara ulaştıran bir elçi, yani âdeta bir postacı derekesine indirenlerin de "Kâinat, yüzü suyu hürmetine yaratılan" Allah Resûlü'nün hakikatine ve dolayısıyla kendisine inan­madıklarını söyleyebiliriz.

Allah Resûlü'nün Hakikatini İnkâr Edenlere Bir Misal

Diyanet İşleri Fetva Dairesi görevlisi Abdüllaziz Bayındır adlı sapığın bir dergideki söz­lerine bakın:

"Yoksa Hz. Peygamberin Allah ile kul ara­sında bir vasıta olması söz konusu değildir."

Abdülaziz Bayındır’a ait yukarıdaki ifadeler Allah Resûlünün hakikatini açıkça inkardır ve bunun varacağı yer küfürdür. Bu sözleriyle, kendi kaba aklını ve yorumunu Allah ile kul arasında vasıta eden ve böylece Hz. Peygamber’in vasıta rolünü devreden çıkaran sapık, kendi yaptığının farkında olmadan bir de şöyle ukalalık taslar: "Şirk zaten Allah ile kul arasına bir vasıta koymanın ta kendisidir." Bu ve bunun gibi düşünenlere sormalı: “Sen kendi düşüncelerin ve değerlendirmelerinle Allah'la kul arasında vasıta olmuyor musun?”

Peygamberin vasıtalığı kabul edilmeyecek de böylelerinin vasıtalığı mı kabul edilecek?.. Allah Resulü olmadan Allah'a iman olmaz. Allah'a nasıl inanılacağını Kur'an'ın nasıl anlaşılacağını bize gösteren Allah'ın Sevgilisidir. O, mutlak tatbikçi ve vasıtadır. Allah'a iman kendisiyle mümkün olandır. Yani basit bir haberci ya da sadece bir emanetçi de­ğildir. Dinin mutlak tatbikçisidir, Şâriidir (kanun koyucu), din vaz’ edicidir. 

Abdülaziz Bayındır gibiler ne kadar Allah Resûlü’ne inanıyorum dese bile "Allah Resûlü’nün hakikatini inkâr kendini inkardır" hükmünce Peygamberi inkâr etmiş olurlar... Bir de kendini delillendirmek (!) için neler diyor...

"Ayrıca imanımızı tazelemek için söy­lediğimiz her şahadet kelimesinde ilk önce Resûlullah’m Allah'ın bir kulu olduğunu, yani bizim gibi bir insan olduğunu vurgulayıp du­ruyoruz."

Allah'ın Sevgilisine "bizim gibi bir insan" demek için insanın belhümadal - hayvandan aşağı olması gerekir. Şehadet kelimesinde "bizim gibi bir insan" olduğu şeklinde bir vur­gulama yoktur. "Şehadet ederim ki M… Allah'ın kulu ve Resûlüdür" denir. Yani, Peygamberin "Allah'ın kulu ve Resûlü" olduğunu belirtiriz. Resûl olan kul... Yani, sıradan, bizim gibi bir kul değil... Mahlûk fakat, Allah'ın Sevgilisi... İnsanoğlunun ufku... Allah'ın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı ve bütün âlemlere rahmet olarak gönderdiği Sevgilisi’ne "bizim gibi bir insan" diyen bu sapık, "bir veli ölünce ruhu, kınından çıkmış gibi olur ve o zaman daha çok yardım yapma imkânı elde eder. Bunlar birçok tasarruflarda bulunmaktadır" şeklindeki ehl-i tasavvufun sözlerine de şöyle karşı çıkar:

"Bu sözün Kur’an’dan ve sünnetten bir delili var mıdır? Hz. Peygamber ölmüştür. O'nu hatırladığımızda ve kabrini ziyaret ettiğimizde O'na sâlat ve selâm getiriyoruz. Bu halimizle Allah’ın rahmeti ve ebedi mutluluk O'nun olsun demek istiyoruz.

Yani Allah'tan, peygamberimize olan ikramını daha da artırmasını talep ediyoruz. Ama hiçbir duamızda Hz. Peygamberden bir talepte bulunmuyoruz. Çünkü böyle bir şey Hıristiyanların Hz. İsa'ya yaptığını bizim Hz. Peygamber'e yapmamız olur ki, bu, yoldan çıkmaktan başka bir şey değildir."

Dalâlet yolunda giden ve ilhamını şey­tandan alan Abdülaziz Bayındır "Hz. Peygamber ölmüştür." diyerek hâlen yüzüsuyu hürmetine yaşadığımız Allah Resûlü'nün bâtınını ve şefaatini açıkça inkâr eder. Bu nasipsiz Allah Resûlü'nün ruhu ve ruhaniyetinin ümmetinin üzerinde olmadığını iddia ederek materyalist bir kafa sergiler. 

Allah Resûlünün batınını-ruhaniyetini inkâr eden Vehhabî kafasındaki bu sapık, Hz. İsa için "öldükten sonra" diyerek kendisi Hristiyanlara benzemektedir.

Şeytanın ruhaniyetinden beslenen A. Bayındır adlı bu diyanet fetvacısı, Allah Resûlü'ne, sahâbîlere Abdülkâdir Geylânî Hazretlerine, Mevlana Halid-i Bağdadî Hazretlerine dil uzatmaktan çekinmez. Kendi kafasına göre ayetlerin meallerini saptırarak aktarır. "Bir şeyh Efendiyle görüşme" diye Mahmud Efendi’yle tartışmasını yazmış... Fakat karşılıklı konuşmalarda geçmeyen sözleri kendisi sonradan ilâve etmiş. Yoksa bu ifadeleri tasavvuf bağlılarının huzurunda söylese idi alacağı cevap Allah Sevgilisinin, "El ile müdahale edin" emri olacaktı. Gerçi kendi gibi Ehli sünnet ve tasavvuf düşmanı bir dergide kusmuklarını yayınlayarak suçunu alenileştirmiş oldu. Şeriate göre ise, suçu aleni işlemenin cezası çok daha ağırdır.

Aslında bu münkirin anlayacağı dil fikir değil, fiil... Biz sadece mevzuumuzla alakalı ol­duğu için böyle bir sapığı örnek verdik, "Hakikat-i Ferdiyye" davası ve "Kurtuluş Yolu - İslama Muhatap Anlayış" anlaşılmadan Allah'ın Resûlü’nün de anlaşılmayacağını vurgulamak istedik.

"İslâm’a Muhatap Anlayış"ın zarureti olmadan, ne Allah'ın, ne Resûlü’nün, ne sahâbîlerin, ne mezheplerin, ne Bâtın yolunun, ne Ehli Sünnet yolunun hakikati tam anlaşılır. Bütün bunların hakikatini billurlaştıran, Kurtuluş Yolu'nun asrımızdaki çizgisi BD-İBDA'dır...

"Hakikat-i Ferdiyye", "Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya / Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!.." hitabının gereğine inanmış İBDA'nın, Allah Resûlü’nün hakikatini ifadelendiren eseridir...

Akıncı Yolu Sayı 5

1 Eylül 1995

Güncelleme tarihi: Mayıs 2013