İslâm, teslim olmaktır; Hakka teslim olmak... Canıyla malıy­la; emanetin sahibi Allah’a teslimiyet...
Müslüman, kendini-nefsini Al­lah’a adamış insan; inancının gereği budur. Hem Allah’ın bizi yarattığına inanıp, hem Allah’a teslim olmamak çelişkili bir durum dur.
İnsanda birbirine zıt iki kutup var: Ruh ve nefs... İçimizdeki iyi-kötü yönler, devamlı çatışma halindedir.
Bazen de suret-i haktan görüne­rek kötülük ve rehavet galip gelir. Yanlış şeyleri mazeretlerle-bahanelerle süslemek ve kendini haklı gös­termek gibi... Kendine söz dinletememenin, nefsine esir olmanın bir şekli...
Nefs, her daim pusuda; çünkü ölünceye kadar içimizde. İlahî imti­han böyle; ruhun yolunda giden cen­neti, nefsin yolunda giden cehennemi bulur. Yani Allah bizi cennet ve ce­henneme atmıyor, biz kendi ayakları­mızla gidiyoruz. Ve cehennemin yo­lu iyi niyet taşlarıyla döşelidir.
En basit meselelerde dahi nefsi­mize söz geçirmeliyiz, bunu hayat tarzı haline getirmeliyiz.
Çağımız, nefsi arzuların mah­muzlandığı çağ, yani küfür çağı. Müslüman’ın vazifesi ise, nefsini diz­ginlemekte daha dikkatli olmak ve çağın batıl yollarına karşı fikrî biri­kimle (dünya görüşünü özümleye­rek) durmaktır.
Fikir yani ideolojik şuur olmadı mı, çağın küfür fikirleri ve hayat tarzları bizi kuşatmaya başlar. Kuru kuruya karşı olmak ancak karşı oldu­ğunu yaşatır ve iç dünyanda çözeme­diğin yani ideolojik olarak kuşatamadığın düşünceler bir müddet sonra seni esir alır.
Hakka esir olmayan yani Hakkın çağımızdaki Tatbik Fikri olan ideolo­jiye esir olmayan nefsinin esiri de­mektir.
Kendi başına buyruk ve nefsine uyduruk bir kurtuluş yolu arayan “İslâm teslim olmaktır” hakikatini çiğniyor demektir. Nefsine uygun bir cemaat yahut tarikat arayan, aslında Kurtuluş Yolu’nu arıyor değildir. Nefsine rahatlatmaya ve manevi tat­mine yönelik bir cemaata girenler, Kurtuluş Yolu’na girmiş olmazlar... Başıboşluk doğru olmadığı gibi, bağ­lılığın da hak ve hakikate esaret için olması gerek. Nefsin rahatlığı için değil...
Bir dünya görüşüne bağlanmakla da iş bitmez, bilakis yeni başlar. Na­sıl ki, nefsinin kolayına diye bir ce­maat ve tarikate girenler, nefsinin ku­cağında yellenerek vakit geçiriyorlar ise, bir dünya görüşüne bağlanıp hiç­bir şey yapmadan kurtulduğunu sa­nanlar da aynıdır. Çünkü bağlılıkta kendini ortaya koymak esastır. Ken­dinden zuhur esastır... Bizim mesuli­yetimiz budur ve varoluşumuzu an­cak böyle gösterebiliriz.
Ruh-nefs çatışması her daim ba­ki... Nefs her an pusuda ve her an onu yenerek aksiyonumuzu yerine getirmek zorundayız. Aksi takdirde mağlubiyet ve gerileme. Önce züğürt teselliler, sonra kaytarma ve kıvırma­lar, yavşamalar vs.
Bir misal. Bir arkadaşa filan spo­ru düzenli yaptığımı söylüyorum. “Vay be, helal olsun!” şeklinde koca­man aferinler, takdirler... İşin böyle büyütülmesi de karşımdakinin çap­sızlığıyla alakalı. Yoksa yapılmaya­cak, edilmeyecek şeyler değil. İnsan isterse “Dağ yaran Ferhat” olur, ister­se “yan gel yat” olur!..
Şu hususu belirteyim ki, sebep, psikolojiktir, bizdeki adalet duygusu ve şuur miskinliğidir. Yoksa şu, bu imkansızlıklar vs. değildir. Fakat su­çu dışımızdakilere atmak nefsimizi rahatlatacağı için, bu durumu itiraf etmek kendimize zor gelir. “Kahrola­sı hanede evlad-ü iyal varmış” mis­kin deyişinde olduğu gibi, nefs ken­dine gerekçe bulmakta gecikmez.
Prof. Dr. Nevzat TARHAN’ın, mukayese için erkek psikolojisine de yer veren “Kadın Psikolojisi” adlı ese­rinin (36. baskı) Sorun ve Sorumlu­luk bahsinden:
“Paranoyada, projeksiyon savun­ma mekanizması kullanılır. Bu me­kanizmada, bir mesele olduğu zaman onu dışarı yansıtarak kendini rahat­latma eğilimi vardır. Projeksiyon sa­vunma mekanizmasını kullanan in­san, sorunu önce inkâr eder. Ama or­tada bir problem vardır ve bunun ne­reden kaynaklandığına cevap verme­si gerekmektedir. Neticede sorun başkasına projekte edilir ve kişi mesûliyetin kendisinde olmadığını düşünür. Böylece, yaşanan olayda karşı tarafı sorumlu tutar. Hadiselerin yükümlülüğünü kendi davranışında aramaz. Bu savunma mekanizması kolay olduğu için her çağda kullanıl­mıştır.”
Yine aynı eserden “kendinden zuhur”a da ihtiyacı hissettiren şu tavsi­yeler:
“İnsanların ve toplumların sorun­larını çözerken, iç ve dış dünyayla il­gili gözlem yapmaları, varlıklarını geliştirme çabası içinde olmaları, on­ların kendilerini tanımalarına da yar­dımcı olacaktır.” (Sh. 160)
Özümlenen dünya görüşünün ha­diselere projeksiyon gibi gezdirilme­si ve her an değişen hadiselerde bu­nun yenilenmesi, statik değil, dina­mik şuur ile...
Herkes kendi nefsiyle mücadele­den kendi nefsini yenmekten mesul. Kendi nefsini yenemeyenin ne adam­lığı olur? Adam gibi gezinmeyle adam olunmuyor.
Kendi gelişimimize ve davamıza hizmete engel teşkil eden olumsuz huylarımız ve olumsuz alışkanlıkla­rımızı hafife almamalı, sadece ide­olojiye inancımızın bizi kurtaracağı­na emin olmamalıyız.
Uyuz illeti gibi alışkanlıklarına sarılanlar bahane üretmede mahirler. Kendine söz dinlet ve olumsuzlukla­rını bırak. Kendi nefsine bahane bul­ma; önce, bahane bulma huyundan vazgeç!
Yürüyeceğim de, yürü... “Aca­ba?” diye dönüp geriye bakma! Öl­çün gerindekiler değil, davanın ölçü­leridir. Eskimez, solmaz, pörsümez yeni olan İslâm’ın ve BD-İBDA İslâm’a Muhatap anlayışın ölçüleri­dir; boy ölçülerimiz budur...
Etrafımızdakiler geri kalırsa biz de onlara bakıp geri kalamayız.
Etrafımızdakiler uyuzlaşırsa biz onları biran önce bırakmalı, kendi yolumuzda yürümeliyiz. Çünkü uyuzluk bulaşıcı­dır ama biz iste­medikten sonra hiç bir şey bize bulaşamaz.
İlk gençlik yıl­larında, güya bü­yüklerimiz, bizi cihad’dan men et­mek için, “Kendi­nizi ölüme atma­yınız!” ayet me­alini okurlardı. Onların bencil davrandığını ve tek dertlerinin ra­hatlarının kaçmaması olduğunu bilir; fakat ayet mealinin sebebi hikmetini de bilmezdim. Sonra öğrendim ki, ayet mealinde, dünyaya taparak kendinizi-nefsinizi helak etmeyin, diye buyurulmaktadır. Ayet mealini, mak­sadının tamamen zıddına kullanmak ve cihaddan kaçarak nefsine zulmet­mek ancak böyle olur. Allah yolun­dan kendini alıkoyduğu gibi başkala­rına da manî olmaya çalışmak işin cabası. “Nûrun alâ nûr” (nur üstüne nur) denir ya, tam bunun tersi “nârun ala nâr” (ateş üstüne ateş) durumu... Nefsini ateşe atmanın dikâlâsı...
Aylık dergisindeki bir mülakatta gördüğüm, galiba Zapataistlere ait şu söz, ruh-nefs çatışmasının amansızlığı ve “ideolojik şuur”un her daim bizde dinamik olması yani “iş içinde eğitim”in gerekliliğini ifade etmekte­dir:
“Öğrenmek, akıntıya karşı yüz­mek gibidir, ilerleyemediğiniz tak­dirde gerilersiniz.”
Hayatımız, son nefesimize kadar akıntıya karşı yüzmek gibidir, boşluk bıraktığımız an bu aleyhimize doldu­rulur. Her dem, aşkımızı, heyecanı­mızı, moralimizi, taze tutmak; kola­ya ve rahata sapmak yerine, faydalı zordan pay almak, istikamet üzere bulunmak... Kendimize iyi davran­mak ancak bu şekilde mümkün olur.
Aylık Dergisi 36. Sayı
Eylül 2007