Şiî İran ve Vehhabî Arabistan arasındaki pamuk ipliğine bağlı ilişkiler yaklaşık bir ay önce Suudî Arabistan Şiîlerinin lideri Nimr el-Nimr’in Suudiler tarafından infaz edilmesi bahanesi üzerine koptu. “Bahanesi üzerine” dedik, çünkü “devletleşmiş” bu iki batıl fırka, eğer Vehhabîliğin köklerini İbn-i Teymiyye’ye kadar götürürsek, tarih boyunca birbirilerini tekfir edegelmişlerdir. Köklerinde karşılıklı bir husumet söz konusudur ve bugün bu husumet önce Yemen üzerinde inkişaf etmiştir. Şimdi de Suriye’de açığa çıkacak gibi gözükmektedir. “Şiî-Vehhabî Kapışması Üzerine” isimli yazımızda, davamızın faydası bakımından kırılan fay hattının ne tarafında durmamız gerektiğini nedenleriyle işlemiş ve Büyük Doğu coğrafyasını kan gölüne çeviren Şia heyulasına karşı Ehl-i Sünnet bir devlet yokluğundan ötürü, denge olması açısından Vehhabî Suud’u, itikadî farklılıkları unutmamak kaydıyla, siyaseten desteklememiz gerektiği sonucuna varmıştık. Nitekim son bir aydır gelinen nokta da bu yönde oldu ve bugün Suriye’de Suud-Türk koalisyonuyla IŞİD’e karşı operasyon konuşuluyor. Türkiye ve Suudî Arabistan liderleri ve genelkurmaylarının görüşmeleri, ortak bir harekât birliği kurulması, Suudilerin İncirlik’e savaş uçaklarını yollaması ve Suudî üst düzey bürokratlarının “Suriye’de muhaliflerin yanındayız” mesajları buna delalet etmektedir.
Bu şekilde son bir ayın hülasasını yaptıktan sonra yazımızın mevzuuna geçelim. Geçen yazımızda daha çok “Neden Şiî İran’ın karşısında olmalıyız?” sorusunu işlemiştik, bu yazıda ise siyasî konjonktür gereği kurulan Suud ile ortaklığımızın kırmızı çizgilerini belirtmek, bunu yaparken de iç eleştiri babında muhasebemizi yapmak niyetindeyiz. İşe önce Vehhabilik’in ne olduğunu anlatarak başlayalım:
Müslümanların Halifesine İsyan: Abdülvehhap, Vehhabilik ve İbn Suud
Abdülvehhab’ı tanımak için seciyesini ve akidesini Üstad Necip Fazıl’dan okuyalım:
“Garip bir genç… Din ve iman bahsinde ileri-geri laflar eder ve o güne kadar İslâm’ın takip ettiği rotaya, bir bakıma ölçülere sımsıkı bir intibak, bir bakıma da onları temelinden tahrip gözüyle bakar. Her şeyi dış plâna ve kör nefsaniyetine irca ettirici kaba aklına tâbi kıldırıcı bir fikir tavrı belirtir. Bu eda karşısında hocalarının intibaı şudur: “-Bu delikanlıdan ileride bir sapık çıkacağı kokusu geliyor!” Böyle oldu; Abdülvehhab Oğlu, adamını İbn-i Teymiyye’de buldu ve onun fikirleriyle hak mezhep sahibi Ahmed bin Hanbel’in ölçülerini, arada hiçbir kimyevî alâka gözetmeksizin birbirine katarak Nasreddin Hoca’nın “balla sarımsağı karıştırarak yemeyi ben icat ettim ama ben de beğenmedim!” sözüne eş, yenmez ve yutulmaz bir mezhep yoğurmaya kalkıştı. İşte tek cümle içinde Vehhabilik!...”
Üstad’ın verdiği bilgiye göre Abdülvehhab’a ilk karşı çıkanlar öz babası ve kardeşi oluyor. Ancak Abdülvehhab, cahilleri kandıracak, galeyana getirecek bir göz bağcılıkla oldukça çok taraftar topladı ve “Necid taraflarında, Osmanlı İmparatorluğu nüfuz dairesi dışında başıboş bir hükümetçik kurmuş olan Muhammed ibn-i Suud’a yöneldi ve iğnesini ağzından geçirip burnundan çıkararak ona sapık görüşlerini yamayabildi.” Böylece Vehhabîlik teşkilatlı bir hâl almış ve ilk işi de Müslümanların halifesine isyan bayrağı çekmek olmuştur. Kral Abdülaziz, Osmanlı’ya bağlı Taif Kalesi’ni düşürerek çoluk-çocuk, yaşlı-kadın demeden herkesi kılıçtan geçirtiyor ve itikatları mucibince şirk olan türbe, mezar, kitabe, hatıra ne varsa yakıp yıktırıyor. Yine Üstad’ın değişiyle “Canavar ağızlarının salyasını akıtmadıkları mübarek nokta bırakmadılar.” Ashab-ı Kiram’ın yattığı Baki mezarlığını yerle yeksan ettiler, hatta Efendimiz’in (SAS) mezarını yıkmak için, tıpkı Yahudilerin Mescid-i Aksa’ya yaptıkları gibi, Ravza’sının altından toprağı kazdıkları ama başaramadıklarını da ekliyor Üstad. Böyle bir mürtedliği belki İslâm tarihi görmemiştir. İslâm’ın kutsallarına bu cins saldırılarda bulunan Kral Abdülaziz daha sonra bir Kürt derviş tarafından öldürülüyor. Peygamberimiz’in (SAS) ashabına (ranhüm) saygısızlık şöyle dursun, Jean Raymond isimli bir Fransız subayının 1806 senesinde ülkesine verdiği bir istihbarat raporunda geçen şu bilgi oldukça dehşettir; Abdülvehhab’ı ilk reddeden kişi olan babası Süleyman bir rüya görüyor. Rüyada bir ateş vücudunun bir noktasından başlayarak tüm vücudunu sarıyor. Süleyman bu rüyayı âlimlere anlatıyor ve âlimler ise oğlunun yeni bir din kurup Arap yarımadasını ele geçireceğini söylüyorlar. Nitekim Abdülvehhab öldükten sonra oğlu Şeyh Muhammed, dedesinin gördüğü rüyayı kullanarak kendi peygamberliğini ilan ediyor… Velhasıl Vehhabî Suudlar birkaç Osmanlı toprağına daha saldırıyorlar, sonunda Osmanlı’nın ünlü isyancı paşası Mehmed Ali tarafından bozguna uğratılıyorlar ve esir alınan liderleri hilâfetin başkenti İstanbul’da sallandırılıyor. Bu keşmekeş ortamında kâfir olarak gördükleri Müslüman halkların hac ibadetlerini birkaç sene gerçekleştiremediklerini ekleyelim.
Ulu Hakan Abdülhamid Han döneminde pek bir etkinlik gösterememiş olsalar da kendi sapık liderlerini hilâfet devletinin elinden korumayı bilmişlerdir. I. Dünya Savaşı’ndaki tutumları malûm olan İngiliz uşağı Vehhabîlerin çeşitli şenaatlerinden sonra nihayet Melik Faysal dönemi geliyor. Üstad Necip Fazıl, Melik Faysal için ülkesini terakkiye ve nizama kavuşturduğunu ve halkı tarafından sevildiğini söyler. Zaten Faysal’ın, petrol ambargosu gibi ufak bir anti-emperyalist hamlede en yakını tarafından suikastle öldürüldüğünü biliyoruz. Yine Melik Faysal döneminde hacca giden Üstad, Faysal döneminde Suudilerin aslına rücu etmeye başladıklarını, Vehhabîlik’in “sadece sünnete sırt çevirme, ölmüşlere hürmetten kaçınmak ve çenelerde bir sakal gölgesi muhafaza etmekten ibaret” olduğunu, Vehhabî düşüncesinin daha çok üniversite sıralarında öğrencilere aşılandığını, bunun evvelinde eğitimde pek bir aktiflik gösteremediğini belirtiyor. Biz de Vehhabîlik’in peygamberlik iddiasından nerelere evrilmiş olduğunu görüyoruz. Ama neticede sapık bir fırkadır ve itikadî mânâda barışmamız ancak onların Ehl-i Sünnet rücu etmesiyle mümkündür. Faysal döneminden sonra Suudiler hepten İngiliz-Amerikan mandasına girdiler ve günümüze kadar çeşitli şenaatler işleye geldiler. Filistin konusunda İsrail’le dostça tutumu, İhvan-ı Müslimin’in Arap Yarımadası’nda silinmesi bildiğimiz hainlikleridir.
Vehhabîlik’in Yeni Yüzü: Selefîlik iddiasındaki “Telefîlik”
Kendilerini Selefiyye olarak adlandıran bu neo-Vehhabîler’in Allah yolunda cihad edenlerine kendi adımıza gıpta ile bakmaktan başka bir tutumumuz olamaz. Bizim derdimiz özellikle de ülkemizde faaliyet gösteren selefi etiketli “telefiler”ledir. Bunlar her ne kadar “Biz Vehhabî değiliz” deseler de İbn-i Teymiyye ve Abdülvehhab meddahlığında dur durak bilmemektedirler. On sözden dokuzu Ehl-i Sünnet yoluna uyan bu sapıkların bir sözünde muhakkak ki mezhepsizlik veya vehhabîlik tesiri görülmektedir. Günümüzde çığ gibi büyüyen bu güruha karşı durabilecek “cesarette” Ehl-i Sünnet âlimlerimiz yok denecek kadar azdır. Üstad’ın meseleyi kökünden kavrayıcı eseri aslında yeterlidir, ancak onu anlama cehdi içinde bir âlim de bulunmamaktadır. Kendilerince bir şeyler yapanlar ise, Vehhabilik’e reddiye mahiyetinde yazılmış iki asır önceden kalma argümanları kullanmakta ama sürekli mutasyon geçiren bir virüse bir ilacın bir sene sonra zarar vermeyip onu güçlendirmesi gibi bu argümanlar bugün telefîlik halini almış Vehhabîlik’e isabet etmemekte, onları güçlendirmektedir. Birkaç hatırı sayılır eser dışında Vehhabîlik hakkında bir elin parmakları kadar eser vardır, bunların da birçoğu müsteşriklerin yazdıklarının tercümelerinden ibarettir. Âlimlerimizin büyük çoğu Vehhabîlik’e reddiye yaparken Şia kaynaklarını, Şia’ya reddiye yaparken de Vehhabî kaynaklarını kullanmaktan başka bir şey yapmamaktadır. İki batılın batıl sözlerle batıllığını isbat gayretindeki abeslik…
Sonuç
Suud ve İran’ın bugünkü çekişmesinin, farklı emperyalist hiziplerin emrine amade bir şekilde İslâm âlemine hâkimiyet gayesi taşıdığını unutmamalıyız. Hâlbuki bu hâkimiyet ancak bir Ehl-i Sünnet devletin hakkıdır; bağımsız ve tüm Müslümanları çatısı altında toplayan… Bu ise ilk önce nefy ile mümkündür; o da bir an önce Anadolu’da özlenen Ehl-i Sünnet devletini kurmakla olacaktır.
Yazımızı Üstad’ın Suud’un aslına rücu etmesi halinde olacaklar hakkında dedikleriyle bitirelim:
“Suudî Arabistan ülkesini hünerle idare eden devlet eli, Vahabîliğin kalıntılarını ve sevdalılarını, “Bakiy” mezarına yapıldığı gibi kökünden kazıyacak ve itikatta Sünnet ve Cemaat Ehline uyduğunu gösterecek olursa, ortada ukde ve ayrılık diye bir şey kalmaz ve bugünkü hal ve şartlar içinde İslâm dünyasının örnek diye tanıyacağı ve ümit bağlayacağı tek yer, Suudî Arabistan olur.” Sapıklıkları “hata” diye göz ardı eden sözde “İttihad-ı İslâmcılara” duyurulur.
 
Baran Dergisi 477. Sayı