“İskambil destesinin içinden altıdan küçük bütün kartlar çıkartıldı, fişlerimizi alıp bedellerini ödedik ve masaya konan paralarla oyun başladı. Oyuna muazzam bir şansla başlayarak el üstüne el kazandım. Bir keresinde Gazi’nin beş yüz lirasını görüp beş yüz de ben artırdım, o da beni görünce kendisinin fuluna karşı dört onlu çıkardım. Öne doğru eğilerek şefkatle yanağımı okşadı ve fiş yığınını bana doğru itti!” Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Amerika Birleşik Devletleri’yle yaklaşık 90 senelik oynayacağı kazançsız el açılmış oldu.

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran silindir şapkalı kadronun ABD ile bildiğimiz ilk teması, Amiral Bristol’un Anadolu’da küffara karşı verilen ölüm-kalım savaşını ülkesine raporlamasına eş bir vakte tesadüf eder. Yukarıda hatıralarından bir bölümü aktardığımız Joseph Clark Grew ise ABD’nin yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne atadığı ilk büyükelçidir; sene 1927. Son zamanlarda ortada şöyle bir yanlış anlaşılma dolanıyor: Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1920’lerde emperyalizme karşı olup bağlantısız kalarak belli bir dönem ABD ile yakınlaşmaktan imtina etmiş… Sivas Kongresi’nde malûm isimlerin ABD’den manda ve himaye dilediği belgeyi es geçersek, ABD’nin Türkiye Cumhuriyeti ile ilişki kurmasına engel olan en büyük etken, “Türkiye’nin Cihan Harbi’nden dahi hâlâ İslâmî esasları kabul eden iptidaî Asyalı bir devlet olarak çıkması”dır. ABD’de 1920’lerde muhalefette olan demokratlar, Türkiye’ye bir elçi atanmasını aşağılık bir iş olarak görüp buna belli bir süre engel olmuşlardır. Daha da evvelinde, Lozan görüşmelerinde tarafsız ülkenin gözlemcisi olarak bulunan Joseph Grew, başlarında İsmet İnönü’nün bulunduğu silindir şapkalı T.C. delegasyonuyla bir ABD-Türkiye anlaşması imzalamış, Türkiye’nin ABD’ye belki de diğer tüm ülkelerden daha fazla taviz vermesine rağmen (bunu dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü söylüyor) ABD senatosu bu anlaşmayı reddetmiş, birkaç sene daha Türkiye’yi “modus vivendi”lerle idare etmiştir. Fakat… Dersaadet’te bulunan Robert Koleji ve İstanbul Kız Lisesi başta olmak üzere Kayseri Talas, Malatya, Antep, Bursa ve muhtelif yerlerde faaliyet gösteren Batı taklitçisi Tanzimatçıların eseri olan Amerikan okulları tam da Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında meyvesini devşirmiş; tıpkı İngiliz uşağı, Fransız uşağı nesillerin peyda olması gibi “Amerikan uşağı” nesillerin de yetişmesine sebep olmuştur. “Emperyalizme karşı savaş veren” yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde, o dönem tütün, pamuk ve ilaç sanayiinde kullanılacak hammaddeler başta olmak üzere Amerikan sermayesi yolunu bulurken, bir yandan da Amerikan okulları ve “hayır” kurumları kendilerine “kavas”lar yetiştirmekteydi. 1917'de Dersaadet’ten kovulmasının üzerinden 10 yıl sonra, işte tam da bu hummalı çalışma üzerine ortamın uygun olmasıyla ABD, ilk Türkiye Büyükelçisi’ni atadı ve Büyükelçi İstanbul’daki sefareti Ankara’da Evkaf Nezareti’nden gaspedilen bir binaya taşıdı. Büyükelçi’nin ilk işi, kolları sıvayarak kendisinin “Türkiye” olarak vehmedildiği Mustafa Kemal’le ilişkilerini, onun daha 1927 senesinde ABD’ye dostluk ve sadakat mesajını ilettiği bir filmin çekilmesinde beis görmeyecek kadar geliştirdi. Akabinde tam bir aymaz ve sahtekâr olan Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü’ye nüfuz ederek ABD’nin Türkiye’de en çok mühimsediği misyon olan Amerikan okullarını sağlama aldı. Burada şuna değinmek de faydalı olacaktır: 3 kız çocuğunun Bursa’daki Amerikan lisesinde din değiştirip Hristiyan olmasıyla Bursa’da ahalinin isyan etmesinden korkan hükümet, tansiyonu düşürmek adına belli bir süreliğine birkaç ABD okulunu kapamış ve 3 ABD’li misyoneri de hapsetmişti. Halkın öfkesi dinmeye yüz tutar tutmaz hükümet, Büyükelçiye söz verdiği gibi okulları açıp misyonerleri serbest bırakmıştı. Anadolu’daki en ufak gelişmeyi dahi ülkesine aktaran Grew, bir raporunda Türkiye’nin 1930’da aniden giriştiği demokratikleşme hamlesini ve bu hamlenin sebebini şöyle özetliyordu: “Gazi’nin tek parti sistemini gittikçe artan bir biçimde, Avrupa ve ABD ile mukayese edildiğinde Türkiye’nin daha aşağılarda yer almasının bir işareti olarak görmeye başladığından şüphe etmekteyim. Son yıllarda Amerikalı ve Avrupalı yazarlar, sıklıkla şeklen Batılı ama aslen Doğulu olarak tanımlanan Türk diktatörlüğüne fazlasıyla yer vermişlerdi. Bu tanımlar Gazi’nin dikkatini çekmiş ve hiç de hoşuna gitmemiştir.” 7 Ekim 1931 senesinde ABD sermayedarlarıyla görüşmek üzere Türkiye’den ayrılan Saraçoğlu Şükrü, kapitalistlerin iştahını Türkiye’ye yöneltme ve ABD’den yüklü miktarda borç alma misyonu taşıyordu. 1929'da ise, 1925’te Amiral Bristol tarafından imzalanan Ticaret ve Denizcilik Anlaşması’nın bir yenisi akdedilmiş, böylece ABD, tıpkı İngiltere, İtalya ve Yunanistan gibi imtiyazlı ülkeler arasına girmiştir.

ABD, Türkiye’de menfaatlerine sahip çıkabilmek için daha o dönemde geniş bir ajan ağına sahipti. Büyükelçi bu ağ sayesinde Türkiye içinde yaşanan bir hadiseyi, Babıali’de yayınlanan haberlerden daha net ve doğru biliyor ve bakanlığına rapor edebiliyordu. Büyükelçiliğin esaslarını özetlediği anılarının bir bölümünde, olması gerekene değinerek dolaylı yoldan bağlantılarını şu şekilde sayıyordu: “Türk öğretim görevlileri, doktorlar, iş adamları ve benzerleri bilgi kaynakları olarak geliştirilebilir, azınlık liderlerine daha yumuşak bir biçimde yaklaşılabilir…” Nasıl? Günümüzde ABD adına çalışanların bulunduğu konumlara birebir uyuyor değil mi? Büyükelçi bağlantıları vasıtasıyla Türkiye’deki İslâmî akımları sürekli takip ediyor ve T.C. ile Müslüman ahali arasındaki ihtilafı dikkatlice gözlüyordu. Özellikle o dönemin büyüklerinden Şeyh Esad Erbilî Efendi hakkında birçok malûmat topladığını ve Nakşibendî tarikatına dikkat edilmesi hususunda hükümetini uyardığını anılarından öğreniyoruz; bu da bize tıpkı günümüzdeki gibi ABD’nin kimleri uşak edindiğini ve kimlerden korkması gerektiğini gayet iyi bildiğini gösteriyor.

Veda konuşmasını 80 yıllık öngörü ile yapan Büyükelçi şunları söylüyor: “Genel mânâda Türk-Amerikan ilişkilerine bakıldığında, bu ülkeye gelecek olan her Amerikan büyükelçisinin, ilişkilerin bu istikamette mütemadiyen gelişip güçlenmekte olduğunu göreceğine inanıyorum. Nasıl başka türlü olabilir? Türkiye, Amerika’nın sadece en iyi müşterilerinden biri değil, aynı zamanda bundan çok daha büyük önem taşıyacak nitelikte, en önyargısız dostlarından biri olduğunu bilmektedir.”

Günümüzde ise Türkiye’nin oluş sancılarının ufak bir neticesi olan ABD boyunduruğundan kurtulma çabaları, kumar masasında kazanmayı beklemekle gerçekleşmez; başımızdakilerin masayı devirmelerini umalım.

Baran Dergisi 562. Sayı