Şadoğullarının babası Fevzi Amca’nın cenazesi, 9 Tem­muz 2009 Perşembe günü öğle namazına müteakip Fatih Camiinden kaldırıldı.
Tam cenaze namazını kılarken sağanak bir yağmur bastırdı, hepi­miz sırılsıklam olduk. Rahmetten benim bir şikayetim olmadığı gibi cenaze adına da hayra yorumladım. Eyüp kabristanında da aynı şekilde rahmet devam etti.
Eyüp kabristanında, Ahmet Ayvacı kardeşimizle Fevzi Amca’yı konuşuyoruz. İBDA bağlısı oğlu ve bizlerin polis takibi, mahke­meler ve benzeri durumlar içinde olmamızı bilmesine rağmen bizi sı­cak ve güler yüzlü karşılayan ve hiçbir serzenişini de duymadığım Fevzi Amca’yı bu anısıyla ve rah­metle yad ederken, Ahmet Ayvacı kardeşimiz şöyle ilave ediyor: “Onun içindeki delikanlılık ruhu biraz bastırılsa bile hiç sönmemiş­ti.”
Vaktiyle İBDA’cıların gösteri­lerine de katılan Fevzi Amca, bir gösteride polisin dağıttığı kalabalı­ğı toparlamak için tek başına poli­sin karşısına dikilmiş ve bunu gö­ren kalabalık tekrar toparlanmıştı.
Cenazede hem “eski” hem “es­kimez” akıncılarla karşılaştım. Ne kadar zahirde birbirimizi özlemiş olsak da, gönüller nerede? Pörsük­lerin bir kısmı geçmişte de davayı anlamamışken diğer bir kısım ise ateşini yenileyemediğinden hayata yenik düşenlerdir. Gölge ve Akıncı Güç’ten arkadaşım olan Kaya Balaban’la da Fatih Camiinde cenaze vesilesiyle karşılaştım. Uzaklığımı­zın maddî mi manevî mi olduğunu sordum.
“Tabiî ki maddî” diye cevap verdi ve zannımı (hatamı) da boşa çıkaran bir açık yüreklilikle ilave etti:
“Manevî uzaklık, insanın geç­mişini inkar mânâsına gelir, Allah korusun!”
Kendileri eskidiği için akıncı is­mine bile modası geçmiş gözüyle bakan bugünün eyyam güder ve reel politik haramzadelerden olmadı­ğımıza ne kadar şükretsek azdır.
Tekaütlüğünü (ıskartalığını) te­kamül gibi gösteren ve yapılacak işi olmayınca da ağabeycilik oynayanlar, fazla anılmaya da değme­yen “yok”lardır. Dostlar alışverişte görsün cinsinden şimdi sahip çık­madığı geçmişinden bahsetmek, ikiyüzlülük değil de nedir?
Akıncının isim ve mânâda baba­sı İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu etrafında kenetlenmedikten sonra akıncılık bir mânâ ifâde et­mez.
Liderine nisbetini hep muhafaza etmek ve sürekli yenilenmek. “Gü­neş yenilenmez göz yenilenir” öl­çüşünce yaşamak.
Eyüp’e gelmişken Üstadın kab­rine uğramamazlık olmaz, zaten ce­naze kabrin yukarısında defnolundu. Aşağı inerken zamanın İrşad Kutbu Abdülhakim Arvasî Hz.lerinin bir müddet ikamet ettiği ve Üs­tadı kabul ettiği Kaşgarî Derga­hı’na uğrayıp namaz kılıp dua et­tim.
Üstadın mezarının başında he­nüz selam vermiş ve dua ve surele­re geçmemişken iki genç geldi. Bursa’da işletme okuyan Ceyhun isimli genç, Üstadın “Örümcek Ağı” isimli şiir kitabını aradığını söyledi. Çile şiir kitabını kastede­rek, olgun meyve varken ham mey­venin tadına bakılmayacağını belirttim. Bir arayış içinde olan Cey­hun’la mezar başında birçok mev­zu konuştum. Nazım Hikmet’i ve Atilla İlhan’ı beğendiğini, Necip Fazıl’ın mücadelesiyle, dergâhıyla ve şiiriyle ilgisini çektiğini, fakat İBDA’yı bilmediğini belirtti. Solun yerli bir ideoloji üretemediğini, Ba­tının beşinci sınıf tercümelerinden ibaret kaldığını, söyledim. “Mark­sizm bir hataydı” derken Nazım Hikmet’in yerli olduğuna vurgu ya­parak itiraz etti. İBDA’yı bilmeme­sinin ise, Batıcı medyanın yönlen­dirmesinden kaynaklandığının far­kında.
Bazı temel dayanak noktalarının kaybolmasından dolayı gençlerle aramızda bir uçurum olduğunu üzülerek müşahade etmekteyim. Bir kopukluk var; bilinmesini do­ğal kabul ettiğim temel altyapı yok. Neredeyse sıfırdan başlamak lâzım. Gençler bazı mevzularda sa­tıhta kalsa ve kendine fazla güven­se bile, ideal mevceleri kaybolma­mış olduğu için her zaman ümitvâr olunmayı hak ediyor.
Devrimci İslâm’dan bahseden bazılarının AKP’li olmasının sebe­bini sordu.
“Demek ki onlar İslâmcı çizgiye sahip değil, belki de “Ilımlı İslâmcı”. Size her gösterilene inanmayın. Batı ve Amerika çizgisiyle İslâmcı çizginin uyuşamayacağı apaçık.”
Diye cevap verdim.
Arkadaş soruyor: “D-8 mi?” Cevap veriyorum: “D-l yok ki D-8 olsun”.
“Şeriat” denince, fikirlere bas­kıyı anlamasını ise yadırgadığımı belirttim ve “inançta zorlama ol­maz” ölçüsünü nakletmeme rağ­men galiba pek iknâ edici olama­dım.
12 Eylül öncesinde ihtilâlini ya­pamayan devrimci solun zaten bit­miş olduğunu, 12 Eylül darbesiyle ise vitrinin kırılıp malın göründü­ğünü, devrimci İslâm’ın gelişmesi­nin ise 12 Eylül rejimiyle bir ilgisi olmadığını, bunun temellerinin 1975-1978 Gölge ve 1979 Akıncı Güç’le atıldığını, 12 Eylül ve son­rasındaki ANAP ve sonraları AKP gibi partilerin İslâm inkılabını ön­leyici olduğunu, rejimin yükselen İslâm’ı kontrol altında tutmak için din dersi mecburiyeti, İmam-Hatipler ve Kuran Kursları vs. tavizler verdiğini, izah etmeye çalıştım. CHP’nin devrimci solu önce desteklemesini ve sonra kösteklemesini de misâl getirdim.
Bir ara “yazar” kelimesini kul­landığımda arkadaş tepki gösterdi, lüzumsuz yazarların bol olduğu devrimizi kastederek. Cemiyet yoğurucu, mücadele ve sanat adamla­rı ilgisini çekiyordu, yazarlar değil.
Yanımdan ayrılan gençler, Üstad’ın Abdülhakim Arvasî Hazretle­ri’yle buluştuğu Kaşgarî Derga­hı’na doğru yöneldiler.
Kabirden ayrılırken Üstad’ın yerini soran, hoca olduğunu tahmin ettiğim sakallı biri ile selâmlaştım ve Eyüp Sultan Hazretleri’ni ziya­rete gittim. Allah Resulü’nün mu­hafızı ve bayraktarından, Kuman­danımıza ve İslâm inkılâbına şefa­at, himmet ve yardım diledim.
 
 
Baran Dergisi 131. Sayı
16 Temmuz 2009