Güneydoğu Anadolu gezisinin ilk durağı olan Diyarbakır’da Hasanpaşa hanında kahvaltımızı yapıyoruz. Taşları ve mimarisi ile ayrı bir tarihî havası olan Hasanpaşa hanından sonra onun yakınındaki V. Haremi Şerif kabul edilen Diyarbakır Ulu Camiini ziyaret ediyoruz. Şu ân tamiratta olduğu için avlusunu geziyoruz ve fotoğraf çektiriyoruz. Diyarbakır’a özgü taşlarıyla tarihî Diyarbakır surları da sembol mekanlardan. Cahit Sıtkı Tarancı’nın doğduğu ve öldüğü, şimdi müze olan, avlusunun dört tarafı odalarla çevrili olan 2 katlı konak görmeye değer yerlerden. Sıcak, soğuk ve ılık havalara göre üç ayrı bölümlerinde yaşanan konağın, bahçede oturanları göstermeyen dar girişi de enteresan.
Tur acentesiyle gittiğimiz için onların programına tâbiyiz ve Diyarbakır’da yarım gün kalıyoruz ve ancak eski Diyarbakır’ı biraz geziyoruz.
Diyarbakır havaalanına inince Urfalı olduğunu öğrendiğim bizim tur şoförüne soruyorum:
-Urfa ile Diyarbakır arasında ne fark var?
-Bir fark yok aynı bölgenin insanları, diyor. Sorumda ısrar ediyorum:
-Diyarbakır’da terör var, Urfa’da terörün t’si yok.
Diyor.
 Urfa’nın böyle olduğunu biliyordum; nüfus ve ekonomik mevzulara geçiyoruz. Diyarbakır’ın göç alarak 1,5 milyona ulaştığından bahsediyoruz. Terör mevzuunda şunu da belirtelim ki, bugün PKK ile pazarlık yapılmasının sebebi, verdiği silahlı mücadelesidir.
Yol arkadaşım ve gönüldaşım av. Ahmed Cengiz, Ulu Cami ziyaretinde, Kumandanın 3-4 yaşlarında burada yaşadığını, çocukken misafirlikte yediği turşulardan dolayı ablasının utanmasından tutun da çocuk onuru kavgalarına ve elemlerine kadar yaşadığı olayları anlattığı Tilki Günlüğünde, “o kadar küçük olduğumu bilmiyordum” diyerek, ayrı bir âlem olan çocuğun keskin bir tesbit gözü, şahsiyet zevki ve acısı olabileceğine misal verdiğini nakleder.
Diyarbakırda halkla temasımız az oldu. Fakat İslâm kültüründen gelme yakınlık hissediliyordu. Karayoluyla G.Antep’ten Diyarbakır’a gelen Ahmed Cengiz’den para almayan otobüs şoförü, bir de arkadaşın kabul etmemesine rağmen onu dolmuşa bindirip parasını da vermiş. Ahmet bu ikram karşısında, “sıkıntıya giriyorum” deyince Diyarbakırlı, “sen para vermek isteyince ben sıkıntıya giriyorum” der.
“Batıdan buraya seyahat teşvik edildikçe yanlış anlaşılmalar ve peşin algılar yıkılır.” diyen Ahmed ilave ediyor:
“Ben eskiden beri derim. Doğuya gittikçe parasız geçinebilirsin, seni misafir ederler. Batıya gittikçe parasızlıktan ölürsün.”
Her şeyi ekonomiyle izah etmeye kalkanlara sormalı:
Ekonomik olarak Doğu mu zengin yoksa Batı mı? Fakat ikramda Doğu daha zengin, neden? Demek ki bazı şeyler ekonomi ile izah edilemiyor. Bu demek değildir ki, gelir dağılımındaki eşitsizlik devam etsin ve Doğu’nun fakirliği unutulsun.
Kırklar Dağı’nın trajik aşk hikayesini rehberimizden dinleyip üstüne de bir Diyarbakır Türküsünü kasetten dinleyerekten on gözlü köprünün yanından geçerek Hasankeyf’e  doğru yol aldık.
Diyarbakır, Hz. Ömer devrinde komutanlardan İyaz bin Ganem tarafından fethedilmiş. Yirmi yedi sahabi yatıyor Diyarbakır’da. Bunların arasında Halid bin Velid Hazretlerinin oğlu Hazreti Süleyman da var, kendi adıyla anılan camide yatıyor. Beş ay süren kuşatmada, köpeklerin girip çıktığı bir lağım kanalı görülür ve oradan giren 80 fedaî, hemen hepsi şehid olmasına rağmen kalenin kapılarını açar ve fetih gerçekleşir. Hz. Ömer Camii Haziresinde 21 şehid yatmaktadır.
Mavi rengi kırmızı olarak görerek ateş diye algılayan akreplerden kaçınmak için evlerin damlarındaki demir ranzaları maviye boyadıklarını anlatıyor rehberimiz. Yanımdaki güneydoğulu gönüldaş ise, ranzaları devamlı maviye boyadıklarını ama sebebini şimdi öğrendiğini itiraf ediyor.
İçinde halen yaşamın sürdüğü tarihi taş evleriyle ve mahalleleriyle Midyat ilgimi çekti. Verilen serbest zamanı fırsat bilip dolaşıyoruz. Midyat’ta bir kahvenin önünde oturan Kürtçe konuşan bir gruba selam veriyoruz. Selamımızı alıyorlar ve “buyurun bir şey için” diye bizi davet ediyorlar. Hoş-beş ederken Baran dergisi ismi dikkatlerini çekiyor. Baran’ın yağmur manasına geldiğini hemen söylüyorlar. Kürtçe Beran ise koç demekmiş… Referandumda %70 boykot edilmiş ve sohbet ettiklerimiz de boykot yanlısı. Soruyorum:
-Referanduma katılsa idiniz ne verirdiniz?
-Herkes evet verirdi
Diyorlar. Eğitimle ve gençlerle ilgili birkaç mevzu konuşuyoruz. İçlerinde Arap da var. Bu bölgelerde Arap nüfus var. Hatta Ahmed’le ortak bir tanıdıkları çıktı.
Yollarda Baran ve Aylık dergilerini soruyoruz ama bulmakta zorluk çekiyoruz. Popüler gazete ve dergiler yanında muhtevası bizim gibi olan dergilerin dağıtımında zorluklar oluyor. Okuyucuyla irtibatlı olmak zorundayız; derginin ulaşmasını istedikleri noktayı bize bildirmeliler.
Mardin’de geceledik ve sabah erkenden Kasımiye Medresesini ziyaret etik. Orayı kirleten dönme ve modacı Cemil İpekçi’nin sergisinden kalan bir pankartı depo gibi bir yere kaldırmışlardı. Hilal, haç ve siyon yıldızını bir grafikte birleştirmişler. Yeni bir din mi ihdas ediyorlar? Şunu da sorabiliriz: Neden bize kardeşlik, diyalog nutukları çekiyorlar da, gidip Afganistan’ı, Irak’ı bombalamayıp işgal eden ABD’ye diyalog nutukları çekmiyorlar? Tabiî, kovulurlar hemen.
Tekmelediğimiz üçlü dini sembolize eden figürü bize gösteren Ahmed Cengiz şu tesbitte bulunuyor:
-“Şimdi böyle bir anlayış yerleştirmeye çalışıyorlar. Üç dini bir gibi göstererek Müslümanlara zoka yutturmaya çalışıyorlar.  Üçüncü cins yapmaya çalışıyorlar.”
-Erkek cinsi, kadın cinsi ve güya üçüncü cins ibnelik gibi mi? diye esprili soruyorum. Bunların yapmak istediği de böyle bir şey.
Eski Türklerin Barak ovasından gelme Ahmed Cengiz gönüldaşımız yolculuğumuz esnasında eski Türkçe bazı deyim ve kelimeleri kullanmaktan bahsetti: Kapının aralık kalmasını ifade eden “yalınık bırak, yalınık kalsın” ifadesi, kanadı olmadığı için dışarıya açılmayan pencereye “taga” denmesi, hangi kökten geldiğini bilmediği, dedikodu, boş söz ve başa kakmak manasındaki “cor etme, cor etti” kelimesi, dönek-fırıldak, merkezi görüşü olmayan gibilere “sabun kirtiği” denmesi gibi. Sabun kirtiği şu demek: Sabunu kullanırken  ufalanınca elde durmayan, kayıp giden parçaları. Buna mecazî bir misal veriyor, Mehmet Metiner gibiler.
Mardin çıkışında ilköğretim 8. sınıf öğrencisi Kürt kökenli Şeyhmus’un, yırtık koyu gri pantolonunun beyaz iplikle dikildiğini görüp soruyorum.
-Baban ne iş yapıyor?
-Babam öldü.
Deyince daha bir şey sormayıp cebine biraz harçlık koyuyoruz.
Bu hadise üzerine arkadaşım Ahmed Cengiz şu yorumda bulunuyor.
“Dünyanın en bereketli toprakları olan Mezopotamya bölgesi (Harran Ovası) burada. Burada aç kalınmaz. Fakat sulama kanalları hâla yapılmadı.”
Urfa’da, Balıklı Göl ve Hazreti İbrahim’in doğduğu yer ve hemen girişinde naaşı devlet tarafından çalınan Said-i Nursî’nin kabrindeyiz. Tam burada dergiden arıyorlar beni ve rapor veriyorlar. Benim bulunduğum mekanı onlara söylemem üzerine, Metin Hasırcı ağabeyle yeni bir mülakatı bitirdiklerini ve onun Said-i Nursî’nin kabrinden bahsettiğini ve Kumandana zindanda yapılanlara tepkilerini ifade ettiğini Fatih Turplu nakletti ve dergide çalışanlar adına benden dua istedi. Tüm mazlumların intikamını almaya aday İBDA kadrosundan olmayı Allahtan hepimize nasip etmesini diledim. Ve maddî ve manevi olarak İslâm inkılabıyla teçhizatlanmayı niyaz ettim. Peygamberler şehri Urfa’da sabır sembolü Eyüp Peygamberin makamını da ziyaret ettik.
“Ben Cumhuriyet kadınıyım başımı örtemem” diyerek; Hz. İbrahim’in doğduğu mağaraya girmeyen tipler de vardı tur yolcularında. Dünyanın ilk yerleşim yeri olduğu iddia edilen Halfeti’nin karşısındaki Rum Kaleyi tekneden seyrederken çalan müzikle göbek atmaya kalkan da vardı aramızda. Böyle tarihi yerde insanların fosillerini seyrederken oyun havasını düşünmek, ancak bizdeki Cumhuriyet mamülü fosillere özgüdür herhalde.
 Anadolu da İslâm kültürü dışındaki tarihi kalıntılar özellikle günyüzüne çıkarılıp teşhir ediliyor ve bunu Batı destekliyor. Fakat Batıda hiçbir İslâm eseri yaşatılmıyor. Bosna’da yapılanları biliyoruz. Minareye bile tahammül edemiyorlar. Bize gelince “kültür turizmi” lafıyla onların eserleri canlandırılıyor. İslâm’a tahammül edemeyen Batı bize çok kültürlülüğü tavsiye ediyor. Fakat Batı çok kültürlü değil...
Bizim Batıcılar da buna dünden teşne. Göbek atan veya Cumhuriyet kadınıyım, diyenler buna misal.
Yumurta çatılı çamurdan Harran evlerini ve tarihî kalıntıları gördükten sonra Adıyaman Nemrut Dağına doğru gidiyoruz, yolda Atatürk Barajına uğruyoruz. Mezopotamyanın en yüksek noktası diye Nemrut Dağına devasa heykeller çıkarılmış ama zamana dayanamamışlar ve hepsinin kafaları kopmuş, ayaklar altında.
Karayılan Türküsünü hatırlatıyor Ahmed Cengiz, Gaziantep’e girerken. Şehit Kamil’in, 14-15 yaşlarında, anasının örtüsüne uzanan Fransız askerini taşlaması ve anasının gözlerinin önünde şehit edilmesi hikâyesini anlatıyor rehberimiz, duygulandırıyor beni...
Gaziantep kalesine çıkıyoruz ve kalenin içindeki panoramik müzeyi geziyoruz. Bize katılan Gaziantepli gönüldaşlar, Gaziantep direnişindeki gerçek kahraman ve şehidlerin panoramik müzede gösterilmediğini ve hainlerin kahraman olarak lanse edildiğini söylüyorlar. Savaştan sonra iktidara gelen Batı işbirlikçisi kadroların G.Antep direnişinin manasına ihanet edenler olduğunu ve bu kadroların bu müzeyi hazırladığını belirtiyorlar. Fakat benim vesilemle bunları görüp haberdar oluyorlar. “Bazı gönüldaşların bu ilgisizliği çok ilgimi çekiyor, diyorum kültür ve sanata ve çevremize ilgisizlikten dem vurarak. Düşmanlarımıza yakın olmalıyız. Çünkü onlar bizim ifademiz ve hızımız. Düşmanımız bizim eksiğimizi hatırlatır ve bizi oluşa zorlar. Gönüldaşlarla bir araya gelip çene çalmak değil, düşmanlarımıza yakın olmak daha doğru ve aksiyon ve tekamüle daha uygun. Düşmanını tanımayan, kendini de tanıyamaz. İman ve aksiyonumuzun tezahür zeminidir düşmanımız.
Gönüldaşlarla akşam sohbet ediyoruz, şu olumsuz hâle dikkat çekmek istiyorum. Ortak teşhislerde takılıp kalmak. Artık teşhis sürecini geçtik, tedavi sürecindeyiz. Ne yapmalı, nasıl yapmalı, nasıl çığır açıcı olmalı? Malumları tekrarlamak iş değil. “Biz haklıyız, biz demiştik”ten daha ileri hamleye geçmeliyiz. Bunun tezahürlerini de orada gördüğümü belirtmeliyim. Hemen peşinden aldığım güzel haberlerden de bunu ıspatladılar ve inşallah hep birlikte ispatlamaya devam ederiz.
Güneydoğu gezisinden hafıza ve hayalimde kalanlar: Güneydoğu, tabiattaki sarı rengiyle, gizemli taşlarıyla ve evleriyle, uçsuz bucaksız ovalarıyla, kayalık vadilerden akan ırmaklarıyla, peygamberler ve medeniyetlerin canlı izleriyle dolu, farklı ve doyumsuz bir bölge idi. Tekrar gitmek isterim.
6-10 Ekim 2010 tarihleri arasında, sıcaklıkların azaldığı bir mevsimde gezdik Güneydoğu’yu. Yazın sıcaklık 40-50 dereceyi buluyormuş.
Yasin süresinde “müjdelenmiş şehid” diye anılan, Hz. İsa’ya bağlı gerçek müminlerden olan ve elçileri korumak için halkının attığı taşlara bağrını açan ve şehid düşen Habibi Neccar’ın hikayesini anlattığım otobüs yolcularından Erdal Bey, ağzı içkili olduğu için türbeye giremediğini beyanla, Habibi Neccar’ın hayat hikayesinden etkilendiğini şu sözle ifade etti.
-“Kendini düşünen insan hiçbir şey olamaz.”
Erdal Bey, “ben bir çok yeri gezdim. Türkiye gibisi yok. Onun için bizimle uğraşıyorlar diyor. “Batı ve pagan kültürüne ait Anadoludaki tarihi eserler parlatılıyor” demem üzerine de şöyle dedi:
-“Evet, onların eseleri ön plana çıkarılıyor. Buralar bizimdi demek için yapıyor bunu Batı.”
Gaza ve şehadetten bahsetmişken, bu topraklara değer katan böyle insanlardır diyerek, asıl ismi Kürt Mehmet olan Karayılan’ın güzel türküsüyle sizlere veda etmek istiyorum:
 
Atına binmiş de elinde dizgin
Vardığı cephede hiç olmaz bozgun
Çeteler içinde Yılan’ım azgın
Vurun Antep’liler namus günüdür
 
Sürerim, sürerim, gitmez kadanım
Fransız kurşunu değmez adama
Benden selam söylen nazlı anama
Analar da böyle yiğit doğurmuş
 
Karayılan der ki harbe oturak
Kilis yollarından kelle getirek
Nerde düşman varsa orda bitirek
Vurun Antep’liler namus günüdür



Baran Dergisi 198. Sayı